Türkiye’de son yıllarda yoğun bir ulus-devlet eleştirisi gelişti. “Liberal” (özellikle de “sol-liberal”) aydınların bir kısmı, bizim Cumhuriyetin de temel formatı olan “ulus-devlet yapısı”nın değişmesini istiyorlar. Onlara göre ulus-devlet kaçınılmaz olarak otoriter, dayatmacı bir siyasi organizasyon. Türkiye’nin de başta Kürt sorunu olmak üzere pek çok problemi bu yapıdan kaynaklanıyor. Ulus-devletten kurtulmadan da iflah olmak mümkün değil.
Ben bu söyleme baştan beri biraz mesafeli duruyor, çünkü sorunun “ulus-devlet” değil, “otoriter devlet” olduğunu düşünüyorum. Çünkü öncelikle biliyorum ki başka devlet formları da otoriter olabilir. (Mesela Sovyetler Birliği çok milletli bir modern imparatorluktu, ama fena halde otoriter, hatta totaliterdi.) Yine biliyorum ki ulus-devletler pekala özgür ve demokratik de olabilirler. (Kendine “ Tanrı’nın inayeti altında tek bir ulus” diyen Amerika öyledir mesela.)
Dahası yine biliyorum ki ulus-devlet yerine bir kaç ayrı “halk”tan oluşan bir “etnik federasyon” kurmak, hiç de özgürleştirici bir adım olmayabilir. Örneğin Türkiye’nin güneydoğusunu Kürt milliyetçilerinin istediği gibi “özerk” kılsak, burada kurulması kesin gözüken PKK hakimiyetinden ne çıkar, bir düşünsenize. Orhan Miroğlu gibi saygın bir Kürd’e bile ölüm tehditleri yağdıran “örgüt”, bir de “devlet” haline gelirse neler yapmaz muhaliflerine?
Kaldı ki “ayrı halklardan oluşan devlet” yapısı, PKK gibi totaliter örgütler olmasa bile, pek o kadar iyi bir şeye benzemiyor. Hemen yanıbaşımızda da bu gerçeği görmeye yardımcı olacak iki önemli örnek var: Irak ve Lübnan.
Irak ve Lübnan’dan dersler
Irak, mâlum, 2003’teki Amerikan işgalinden bu yana, Şiiler, Sünniler ve Kürtler’in başını çektiği, ama daha küçük etnik grupların da dahil olduğu büyük bir iç çekişme yaşıyor. Şii-Sünni geriliminin yarattığı tedhiş, bir ara “ iç savaş” boyutuna bile yaklaştı. Seçimlerden sonra hükümet kurmak için aylarca “at pazarlığı” gerekti. Ülkenin uzun vadede “tek parça” olarak var olup olamayacağı belli değil.
İki kaç ay önce gittiğim Lübnan’daki parçalanma daha da beter. Ülkede 18 ayrı etnik-dini grup var ve bunların arasındaki kamplaşma, eşit ve özgür “birey”lere dayalı bir demokrasiyi imkansız kılıyor. Hükümet, her etnik gruba ayrılmış olan “kota”lara göre kuruluyor. Dolayısıyla kendi bireysel meziyetlerinizle ortaya çıkıp siyasete soyunmanız mümkün değil. Lübnan içinde ev tutarken bile hangi mahallenin hangi gruba ait olduğuna dikkat etmeniz gerekiyor. Ülkenin güneyine tümüyle hakim olan Hizbullah ise “ alternatif devlet” durumda.
Kısacası, ortada birer “Irak ulusu” ve “Lübnan ulusu” olmayışının krizi yaşanıyor bu iki ülkede.
Bizim Türkiye’de yaşadığımız sorun, tam aksi yönde bir aşırılığa savrulmamız ve ortak bir ulusal kimlik inşa etmek adına tüm farklı kimlikleri devlet baskısıyla yok etmeye kalkmamız. Bu hatadan dönmek, etnik kimlikleri tanımak ve saymak gerektiği kesin. Ama kültürel düzeyde çoğulculuğu benimserken, siyasi düzeyde birliği korumak gerek.
Başta belirttiğim Amerika bunun iyi bir örneğidir. Orada insanlar kültürel düzeyde İtalyan, İrlandalı, Afrikalı, Hispanik gibi alt-kimlikleri korur, ama siyasi düzeyde “Amerikalı” üst-kimliğinde birleşir.
Osmanlı Devleti de Tanzimat’la birlikte buna benzer bir yol tutmuş, her vatandaşını din ve etnisite farkı gözetmeksizin “Osmanlı” sayarak eşit kılmıştı. Şartlar uygulanmasına müsaade etmediyse de, iyi bir fikirdi bu.
Bugün de bize gereken fikir, kanımca, “ulus-devleti aşmak” değil, onu daha özgür ve demokratik hale getirmek.
Star, 06.12.2010