Modern toplumsal-siyasal düşüncenin odağında devlet yer alır. Bugün bildiğimiz şekliyle devlet, tarihin daha önceki dönemlerinde örneği bulunmayan, modern zamanlara özgü bir olgudur. Dahası, modern zihin devletsiz bir insani varoluşu tasavvur bile edemez. Modernliğin tanrısı devlettir.
Gerçi, devleti ve devletçiliği kutsayan modern anlayışa itiraz edenler yok değildir. Söz gelişi, liberal fikriyatın 20. yüzyıldaki önde gelen temsilcilerinden Ludwig von Mises “Kadir-i Mutlak Devlet” adlı kitabında şöyle yazmıştı: “Devlet tarih boyunca sık sık kötülük ve musibetin ana kaynağı olmuştur.” Mises aynı eserde “devletçilik”i ise “devlete vatandaşlara rehberlik etme ve onları vesayet altında tutma görevi veren” düşünce olarak tanımlamıştı.
Modernliğin başka bir özelliği de, devletin ortaya çıkışını toplumsal sözleşmeyle açıklama ve meşrulaştırma eğilimidir. Oysa, Murray Rothbard’ın dediği gibi: “Devlet asla bir ‘toplum sözleşmesi’yle yaratılmış değildir, o her zaman fetih ve sömürüyle doğmuştur.” Rothbard devletin doğuşunun hikâyesini de şöyle sembolize eder: “Güney Ruritania’nın tepelerindeki bir haydut grubu ülke üzerinde fiziki kontrolü elde etmeyi başarır ve sonunda haydutların reisi kendisini ‘Güney Ruritania’nın egemen ve bağımsız yönetiminin Kralı’ olarak ilan eder; ve eğer o ve adamları bu yönetimi bir müddet ayakta tutabilecek güce sahip iseler, işte al sana ‘milletler ailesi’ne katılan yeni bir Devlet; böylece eski haydut liderleri de ülkenin hukuki/meşru yöneticilerine dönüşmüş olurlar.”
“Ulus-devlet” ise modern devletin günümüzde hakim olan özel biçimidir. Ulus-devlet milliyetçilikle devletin evliliğinin ürünü olduğu için insanlık durumu açısından daha da ürkütücü bir fenomendir. Devletin kendisi gibi, ulus-devlet de tarihsel bir zorunluluk olmayıp, belli şartlara bağlı olarak ortaya çıkmış olan, arızi (contingent) bir olgudur. 19. yüzyıl başlarından önce yeryüzünde ne ulus-devlet vardı, hatta ne de ulusal duygu. O dönemde yegâne birleştirici bağ krala veya sultana sadakatti.
Ne var ki, günümüzde çoğu insan, ama özellikle de milliyetçiler, “ulus”u ve ulus-devleti insanlığın gelişiminin nihai merhalesi gibi görme eğilimindedirler. Meselâ, Elie Kedourie’nin milliyetçilik hakkındaki kitabının Türkçe çevirisine Erol Güngör’ün yazdığı Önsöz’deki şu ibare bu konuda tipiktir: “sosyal tekâmülün en ileri safhası olan millet birliği”. Oysa, gerçekte böyle bir “sosyal tekâmül” yoktur. “Millet birliği” toplumsal evrim veya gelişmenin değil, milliyetçi önderlerin özel çabalarının ve devleti “kendinde bir amaç” olarak takdim eden Hegelci düşünceyi içselleştirmelerinin eseridir. Aslına bakılırsa, ulus-devleti en tehlikeli yapan da onun devleti ulusa izafe etmek suretiyle kutsallaştırmasıdır.
Öte yandan, toplumsal evrimin “millet” aşamasında sona erdiğini ima eden tutuculuğunu bir yana bırakalım, bu görüş “millet”in kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan neden daha “ileri” olduğunu da açıklayamaz. Milliyetçilerin akılda tuttukları eğer milletin cemaat ve kabile gibi partikülarist kimliklere göre daha evrenselci olduğu ise, bunlar “millet” veya ulusun da evrenselci değil özgül bir kimlik olduğunu unutmuş görünüyorlar. Aslına bakılırsa, “millet” pekalâ ölçeği genişletilmiş bir cemaat olarak görülebilir.
Yok eğer “millet birliği”ni toplumsal evrimin ileri bir aşaması yapan nokta, toplumsal örgütlenmede partikülarizmden evrenselliğe doğru gidiş ise, o zaman da din birliğini “millet birliği”ne tercih etmek açıklanamaz hale gelir. Ayrıca, milliyetçilerin devlet marifetiyle inşa ve idame ettirdikleri hayali bir topluluk olarak ulus veya millet, ister etnik-kültürel isterse “sivik” olarak tanımlansın, dışlayıcı ve hatta “öteki”ni düşmanlaştırıcıdır. Böyle bakıldığında, cemaat veya “etnik topluluk” mensubu olmakla “yurttaş” olmak arasında özünde bir fark yoktur.
Kısaca, ulus-devlet hiçbir şeyin çözümü değildir; aksine o sorunun kendisidir.
Star, 03.07.2010