F. A. Hayek, ‘Kurallar ve Düzen’ adlı eserine, özgürlüğü koruma ve devleti sınırlama doğrultusunda çok umut bağlanan kuvvetler ayrılığının bekleneni gerçekleştiremediğini ve devletlerin her yerde kendilerini gitgide daha fazla özgürlüğe müdahale imkân ve yetkileriyle donattığını söyleyerek başlar. Maalesef, bu tespitte çok gerçeklik payı var. Özellikle ilk dünya savaşından beridir devletler, bazen hızlı bazen yavaş, ama mutlaka büyüdü. Çoğu zaman ‘hayırhah’ amaçlar büyümenin gerekçesi ve motoru oldu. Koyulaşan devletçi siyasî kültür ve demokrasinin oy satın alma mekanizmasına dönüşmesi bu büyüme sürecini takviye etti.
Yasama, yürütme ve yargının ayrı ayrı organlar tarafından üstlenilmesi biçimindeki klasik fonksiyonel kuvvetler ayrılığı Locke ve Montesquieu gibi filozoflarca özgürlüğün kaynağı ve en büyük garantisi olarak görülmüştü. Bu düşünce zamanla dallanıp budaklandı. Sonunda liberal düşünce kendisinden daha sonra doğan modern demokrasiyi bu fikirle aşıladı ve kuvvetler ayrılığı demokrasilerin temel ilkelerinden ve kurumlarından biri olma niteliğini kazandı.
Bu üç kuvvet arasında en büyük itibara çoğu zaman çoğu yerde yargı, özellikle de hâkimlik koltuğu sahip oldu. Yargının en önemli ayağı aslında avunmadır. Savunma hakkı kutsaldır. Ne yazık ki, savunma, hak ettiği itibarı ve ağırlığı, Anglo-Sakson dünyası dışında hiçbir yerde kazanamadı. Buna Avrupa dâhil. Türkiye’de de savunma hâlen yargı zincirinin adeta üvey evladı gibidir. Hem halk kültüründe avukatlarla ilgili menfî söylem yaygındır hem de mahkemelerdeki işleyişte avukatlar devamlı horlanmakta ve itilip kakılmaktadır.
Demokratik rejimlerde yargıya büyük değer atfedilir. Mahkemelere ve hâkimlere çok saygı gösterilir. Hatta, hâkimler neredeyse kutsallık mertebesine taşınır ve sıra dışı insanlar olarak görülür. Onların metin, bilge, âdil, hakkaniyetli, vicdanlı insanlar oldukları varsayılır. Bunda bir mahzur yok. Hatta sistemin işleyebilmesi açısından bu inancın iyi, yararlı olduğu da söylenebilir. Başımız derde girdiğinde, haksızlığa uğratıldığımızda, yanlış muameleye maruz bırakıldığımızda adalet sisteminin, âdil hâkimlerin görev yaptığı mahkemelerin bunu geri çevireceğine, adaleti tesis edeceğine, hakkımızı vereceğine inanırız. Sadece bu kadar değil. Yasama ve yürütmenin yargısal denetime tâbi tutulmasını da hak ve özgürlükleri koruyacak bir sistemin vazgeçilmezlerinden sayarız.
Ancak, yargı mensupları da insandır. İnsanların malul olduğu bütün eksiklik ve kusurlara onlar da sahiptir. Bu yüzden, zaman zaman hata yapmaları söz konusu olabilir. Yargı mensuplarıyla, özellikle yargıçlarla ilgili bir problem yargısal aktivizm adını verdiğimiz şeydir. Daha çok anayasa hukuku tartışmalarında ele alınan bu kavram, yargıçların, olağan yargısal faaliyetin ötesine geçerek, kendi ideolojik tercihlerini sisteme egemen kılma çabası içine girmelerini ifade eder. Bu, sistematik ve sürekli hâle gelirse, parlamentonun etkisizleştirilmesi üzerinden, halkın iradesinin geçersiz kılınması durumuna ulaşır. Sonunda juristokrasi denilen yargı diktatörlüğü ortaya çıkar.
Yaşadığımız olaylar gösteriyor ki, yargı diktatörlüğü dediğimiz şeye, sadece anayasa yargısı içinde değil yargının diğer alan ve kademelerinde de ulaşılabilir. Yargı içinde ayrı bir yapılanma oluşturan, bu çerçevede polise eklemlenen veya polisin kontrolüne giren, formel yapılanmanın dışında bir hiyerarşi kuran ve grup bilinciyle ve grup çıkarları düşüncesiyle hareket eden yargı mensupları inanılmaz yanlışlıklara, insanlara zarar verecek uygulamalara imza atabilir. Binlerce kişinin uydurma gerekçelere dayanan yargı kararlarıyla dinlenmesi, özel hayatlarına girilmesi, haklarında tapeler arşivlenmesi başka nasıl izah edilebilir?
Bu olay, gerçekten çok vahim. Yargıyı, hukuku, mahkemeleri, âdil ve dirayetli hâkimleri hayatın değişik alanlarında kokuşmayı önleyecek tuz gibi görüyoruz. Kişiler arası ihtilâfları adalet mekanizması içinde çözmek istediğimiz gibi devlet kurumlarının aşırılık yapması, özgürlüğümüzü ihlâl etmesi ve haklarımıza zarar vermesi ihtimaline karşı yargıya güveniyoruz. Arama, dinleme, gözaltına alma, tutuklama işlemlerinin hep yargı kararlarına dayanmasını istiyoruz. Bu konularda hükümetin veya parlamentonun atmak istediği yeni adımlar olursa yargının mutlaka devrede olması gerektiğine işaret ediyoruz. Peki, ya tuz kokarsa, yani hukukçular yozlaşırsa, korktuğumuz hak ihlâllerini yargının kendisi yapmaya başlarsa ne yapacağız? Kendimizi nasıl koruyacağız? Haksızlıkların doğmasını ve zulme dönüşmesini nasıl önleyeceğiz? Hukukî araçların ve yetkilerin kamusal iyi için değil sekteryen amaçlar için kullanılmasına karşı neyle, nasıl mücadele edeceğiz?
Türkiye bu konular üzerinde derinlemesine düşünmek ve ciddî reformlar yapmak zorunda. Hem de hiç gecikmeden.