Geçen hafta yayımlanan “The Economist niçin yanılıyor?” başlıklı yazıma Joost Lagendijk’tan bir cevap-eleştiri geldi: “Dostlara vurmanın sebebi ne?” (17 Ağustos)
Yazımda The Economist’in son zamanlarda Türkiye hakkında aktardığı bilgilerin ve yaptığı yorumların nasıl eksik ve niçin hatalı olduğunu açıklamış, endişe ve üzüntülerimi ifade etmiştim. Lagendijk bu ünlü ve önemli dergiye yönelik eleştirilerimi bir dost tarafından gerçekleştirilen “agresif vuruş” olarak adlandırmış ve “derginin gazetecileriyle oturup onlara niye bazı noktalarda hatalı olduklarını izah etmeyi” tavsiye etmiş. Tavsiyesine teşekkür ederim. Bunu zaten fırsat buldukça yapıyorum ve her zaman yapmaya hazırım. The Economist’e daha önce küçük bir açıklama mektubu göndermiştim. Mektuba yer verilmemesi üzerine söz konusu yazıyı kaleme almayı bir vicdani ve ahlaki görev saydım. Yazıda, Lagendijk’ın iddia ettiği gibi The Economist’e hakaret etmedim, aksine, genel olarak onu övdüm. Yalnızca, “Türkiye hakkındaki analizlerinde şu şu sebeplerle hatalısın” dedim. Bu tür bir eleştiri niçin “agresif vuruş” oluyor anlayamadım.
Aslında, Lagendijk ile birçok konuda hemfikiriz. Bu, yazısında birçok tespitime katıldığını vurgulamasından anlaşılıyor. The Economist’in önemli bir dergi olduğu aşikâr. Türkiye’yle ilgili tavırlarının Batı’da yayımlanan birçok yayın organınınkinden çok daha mantıklı, makul, demokrat ve liberal olduğu da. Nitekim ben yazımda derginin her zaman Türkiye hakkında yanlış ve il-liberal [liberal olmayan] yorumlar yaptığını söylemedim, son zamanlardaki yorumlarıyla bu duruma düştüğünü vurguladım. Bunun sebeplerini açıklamaya çalıştım. Doğrusu derginin kendisinin de bunun farkına vardığını ve keskin bir viraj alıyormuş görünümü vermeden daha dengeli bir pozisyon bulmaya çalıştığını düşünüyorum. Nitekim bu, eleştiri konusu yaptığım yazılarındaki dolaylı ve ihtiyatlı üsluptan anlaşılıyor. Beni söz konusu yazıyı kaleme almaya iten de, The Economist’i fikirdaş görmem. Türkiye hakkında çok saçma yorumlar yapan faşist, muhafazakâr, sosyalist yayın organlarına karşı aynı hassasiyeti göstermedim, göstermem. Dolayısıyla, yaptığım iş “dostlara vurmak” değil, “dostlara yardımcı olmak”.
Joost Lagendijk, Türkiye’yi kavrama ve çözümleme bakımından pek çok Batılıdan daha elverişli bir konumda. Bu yüzden, tenkitlerini ve tespitlerini önemsemek gerek. Ama ortalama Batılı için Türkiye, anlaşılması ve çözülmesi zor bir yer. Klasik bakış açıları ve analiz aletleri bu ülkenin, tabiri caizse, sırlarını, yani gerçeklerini görmeye yetmiyor. Bu, kimseyi şaşırtmamalı. Netice itibarıyla burası bir Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi. Burada 40 tilki aynı odada dolaşır, birinin kuyruğu diğerine değmez. Rasyonalite hayatın hiçbir alanında standart bir Batılının teşhis edebileceği netlikte belirmez; ama bu irrasyonalite toprağında ayrı bir rasyonalite görünümlüdür. Batılı sanılan Doğulu, Doğulu sanılan Batılı çıkabilir. Muhafazakâr denilenler yenilikçi, devrimci sayılanlar tutucu olabilir. Demokrat görünümün altında ağır bir otoriteryenizm, sert ve aksi görünümün altında ılımlılık ve vicdanlılık yatıyor olabilir. Türkiye bu yüzden Batılı gözlemciler için hem bir bilmecedir hem müthiş bir laboratuvardır. Kodlarının çözülmesi özel bir çaba ve çok boyutlu bir bakış açısı gerektirir.
PARÇAYA DEĞİL, BÜTÜNE BAKMAK
Türkiye demokrasi bilinç ve kültürünün Ortadoğu’daki her ülkedekinden daha kuvvetli ama istikrarlı bir demokrasi kurup yaşatmaya yetmeyecek kadar zayıf olduğu bir ülke. Otoriteryen eğilimler siyasi yelpazenin her yerinde açık veya potansiyel halde mevcut. Bu yüzden, AKP’nin hem siyasi felsefesi hem siyaset yapma tarzı itibarıyla otoriteryen eğilimlerden tamamen arınmış olduğunu söylemek veya böyle olmasını beklemek hayal. İktidarın kimi icraatlarında otoriteryenizmin izlerini bulmak da kolay. Ama galiba doğru olan sadece bir parçaya değil, bütüne ve tek açıdan değil genel olarak bakmak. Türkiye’de partiler arasında otoriteryenlik derecesi açısından hem sektör bazında hem toplu değerlendirmeler yapılırsa, bazı sektörlerde bazı partilerin daha otoriteryen bir mevkide durduğu, birbirlerine nispetleyse AKP’nin daha az otoriteryen bir konum işgal ettiği ortaya çıkar. AKP sütten çıkmış ak kaşık değil, fakat alternatifleri CHP ve MHP’nin faşizme göz kırpan bir otoriterlikte yarıştığı düşünülünce, halkın AKP’yi iktidara taşımasının Türkiye demokrasisi için daha iyi olduğu kanaatine ulaşmak zor olmuyor. The Economist ve benzerlerinin anlamakta zorluk çektiği, bu olgu. Konsolide Batı demokrasilerinde bazı bakımlardan hayli otoriteryen sayılabilecek bir muhafazakâr siyasi anlayış nasıl olup da Türkiye’de daha demokrat bir duruş kazanabiliyor? Sorunun cevabı AKP’nin kendisi kadar, rakiplerinin eylem ve düşünce dünyasında da yatıyor.
Yerli ve Batılı Kemalist çevrelerin Batı’da yaymaya çalıştığı AKP’nin otoriteryen bir sistem kurduğu iddiası yeterince sağlam ve inandırıcı bir zemine oturmuyor. Şu veya bu alanda otoriteryen eğilimlere sahip olmak başka, otoriteryen bir sistem kurmak başka. Türkiye’de sisteme ana rengini bugünkü şartlarda bir partinin vermesi imkânsız. AKP hükümetlerinin otoriter vesayet rejiminde ve otoriteryenizmin sözüm ona ‘sivil’ müttefikleri cephesinde (yargı, üniversite, medya) açtığı gediklerse, henüz bir sistem değişikliği noktasına ulaşamadı. Ülkenin resmî ideolojisinin ne olduğu belli. Anaokulundan doktoraya formel eğitimi kimin kontrol ettiği ve her vatandaşın nasıl bir beyin yıkamaya maruz bırakıldığı da. Basında ağırlık hâlâ 1960 sonrası dizayna uygun. Medyanın yüzde 60-70’i resmî ideolojinin ve bürokratik iktidarın kontrolünde veya paralelinde. AKP’den basın özgürlüğüne zarar verecek icraatlar gelmesi ihtimali elbette var, ama basın özgürlüğü zaten resmî ideolojinin ve ona uygun devlet yapılanmasının koyduğu ciddi kısıtlamalar ve engellemeler altında. Bürokratik iktidar mevzi kaybetmesine rağmen henüz mücadeleden çekilmedi. Seçilmiş iktidarla bürokratik iktidar arasındaki makas açıklığı ilkinin lehine kapanıyorsa da, daha alınması gereken uzun bir yol var. Demokratik bir anayasa yapılmadıkça; askerler hem idare, hem eğitim, hem profesyonellik açısından sivil denetim altına alınmadıkça; otoriteryen resmî ideoloji tasfiye edilip veya etkisizleştirilip eğitim sistemi gerek muhtevası gerekse tarzı ve yapısı bakımından demokratize edilmedikçe; korporatist ve merkeziyetçi devlet yapılanması liberalleştirilip desantralize hale getirilmedikçe Türkiye’nin yeterince ve kalıcı biçimde özgürleştiği ve demokratikleştiği söylenemez.
Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasını samimiyetle isteyen Batılıların bu Türkiye tablosunu iyice öğrenmesi ve ona göre bir söylem ve tavır geliştirmesi gerekir.
Zaman, 26.08.2011