Tim Worstall
17.07.2016 – Forbes.com (I)
Çeviren: Ünsal Çetin
Türkiye’deki insanların, ya da en azından Türkiye’deki bazı insanların mutsuzluk duyduğu belirli bazı şeylerin var olduğu söylenebilir. Fakat ülkenin geçtiğimiz yıllar içinde kesin olarak doğru yaptığı şeyi kendimize hatırlatmamız da önem taşıyor. Ekonomik büyüme bazı yıllarda %8 veya %9’a kadar çıkarak ve ekseriyetle %4 veya %5’e vararak gerçekten çok iyi bir seyir tutturmaktadır. Türkiye, hesaplama yönteminize dayalı olarak, gezegendeki 15’inci veya 18’inci en büyük ekonomidir. Ve hatta Kişi Başı GSYH ülkeyi 60’ıncı sıraya yerleştirir. Nitekim bu sıralama, ülkenin tarihsel arka planını veri olarak aldığımızda gayet iyi bir sıradır. Petrol üretimi olmayan Müslüman ülkeler arasında sadece Malezya daha iyi bir performans göstermektedir. Ancak, gerçekten etkileyici olan şey Türkiye’nin şehirlerin genişlemesini ele alma tarzıdır. Gerçekten de, şehirlerin patlayıcı bir genişlemesi söz konusudur ve Türkiye bu patlama ile basit tek bir ekonomik gerçeği -mülkiyet işleri değiştirir gerçeğini- kabul ederek böylesine iyi başa çıkmıştır.
Bu gerçek dünya üstündeki çok sayıda ülkenin bir türlü anlamadığı ve Türkiye’nin ise anladığı şeydir. Türkiye’nin büyük şehirlerinin böylesine temiz ve nezih olmasının, Üçüncü Dünya gecekondularından farklılaşmasının sebebi işte budur.
“Hindistan ve Çin gibi ülkeler benzer şehir patlamalarına tanık olmaktadır, fakat Türkiye’nin şehirleri etkileyici bir yaşam kalitesini de sunduğu için öne çıkıyor. Şehirlerde yaşayan Türklerin oranı 30 yıl önce nüfusun yaklaşık yarısı idi, bugün ise %75’e tırmanmıştır. 2000 ile 2015 arasında, Türkiye’nin büyük kent bölgeleri 15 milyon yeni yerleşimciyi içine aldı. Yine de, bu hızlı büyümeye karşın, Türkiye’nin şehirleri, takdire layık bir şekilde, bakımsızlık ve suçtan büyük ölçüde azadedir. Türkiye’nin nispeten daha müreffeh olan batı kısmındaki İstanbul, Ankara veya İzmir’in orta sınıf semtleri Batı Avrupa’daki çok daha zengin muadillerinden ayırt edilebilir değildir. Dahası, Gaziantep ve Diyarbakır gibi büyük doğu şehirlerindeki yoksul mahalleler bile uygun sağlık koşullarına, kaldırımlı düzenli sokaklara, parklara ve bakımlı okullara sahiptir” (II).
Türkiye’ye çok benzer nitelikteki herhangi bir Güney Amerikan şehrinin dış mahallelerinde (yaklaşık olarak aynı kalkınmışlık seviyesine sahip bölgelerde) yapacağınız kısa bir yürüyüş, şayet ölmez de sağ kalırsanız, size bu resmi göstermez. Yalnızca Peru bu açıdan Türkiye’ye bir rakip olabilir ve bunun sebebini aşağıda ima edeceğiz. Türkiye neden mi böyle dersiniz?
“İşler eskiden böyle değildi. Otuz yıl önce Türkiye şehirlerinin etrafındaki tepeler Brezilya’nınkilere benziyordu. Şehirler, uygun bir adlandırmayla (bir gecede inşa edilen) gecekondu olarak bilinen, ruhsatsız salaş kasabalarla dolu bir keşmekeş istifiydi. İstanbul allak bullak Kahire’den daha kötü halk ulaşımına, daha kötü su kalitesine ve daha kötü hava kirliliğine sahipti; Konutları ısıtmak için kullanılan ucuz linyit kömürü kış vakti gökyüzünü daimî bir kesif duman ile kaplıyordu. Ve şehrin Avrupa tarafını ikiye ayıran bir körfez olan Haliç’in (Altın Boynuz’un) koyu renk suyu dahi balık yaşamını engelleyecek kadar kirliydi” (II).
Mülkiyet hakları işleri değiştirir. Öncelikle, doğrudur ki, kırsal fakir nüfusun bir şehrin dış mahallelerine akın etmesini ve uluorta salaş evler kurmalarını normal olarak tavsiye etmiyoruz. Başka herhangi bir koşuldan ayrı olarak, mülkiyet önem arz eder ve bu nedenle toprak parçasının orijinal sahipleri -her kim olursa olsunlar- toprağın kullanımında söz söyleme hakkına sahip olmalıdırlar. İktisat biliminde gerçekten katı kurallar vardır (“piyasalara müdahale etme” bu favori kurallardan birisidir). Ancak buna rağmen, iktisadın bu konudaki aslî öğüdü mülkiyet hakkının ihlal edilmemiş kalması şeklindeki zorunluluk değildir. Daha ziyade mülkiyet haklarının işleri değiştiren şey olmasıdır.
Buradaki meramımız şudur; Şayet insanlar de facto (fiilen) bir şeyin mülkiyetine sahiplerse, şu hâlde, bu sahipliğin de jure (kanunen) sahiplik olması çok daha hayırlıdır. Merkezden kırsal kesime doğru kilometrelerce genişleyen şehirler pekâlâ var olabilir. Yeni semtler herhangi bir yasal izin veya konum olmaksızın inşa edilmiş veya inşa edilmekte olabilir. Ancak yine de, bu kaçak yapıların her bir sakini hangi kısmın kendisine, hangi kısmın başkasına ait olduğunu bilir. Bunlar “gayri resmî” mülkiyet haklarıdır ve resmî haklara dönüşmeleri en iyisidir.
Bu, Perulu ekonomist Hernando de Soto’nun kitabının (III) merkezî konusudur:
“De Soto’nun kitap ve makalelerinin temel mesajı hiçbir ulusun, mülkiyet sahipliği ve diğer ekonomik bilgileri (information) kaydeden bir veri çerçevesine yeterli seviyede iştirak etmediği sürece güçlü bir piyasa ekonomisine sahip olamayacağıdır. Beyan edilmemiş, kayıt dışı ekonomik faaliyetler mülkiyetlerinin yasal sahipliğinden mahrum çok sayıda ufak girişimci ile sonuçlanmaktadır. Yasal sahiplikten mahrumiyet ise girişimcilerin kredi edinmelerini, işletmelerini satmalarını veya genişletmelerini zorlaştırmaktadır. Yasal mülkiyete sahip olmadıkları için, ticarî anlaşmazlıklara mahkemelerde çözüm arayamazlar. İşletmelerin gelir durumuna dair bilgi yoksunluğu hükümetleri vergi toplamaktan ve kamu refahı için icraattan alıkoyar” (IV).
De Soto’nun Türkiye’nin bu tecrübesi ile bir [danışmanlık] bağlantısı oldu mu, emin değilim. Sanmıyorum da. Aynı fikirlerin aynı zaman zarfında farklı yerlerde dolaşımda olması daha yüksek ihtimal diye düşünüyorum. Fakat Türkiye’deki uygulama ve de Soto’nun fikirlerindeki merkezî nokta şudur; Şayet insanlar bir toprak parçası üzerinde yaşıyorlarsa ve bu toprak üzerinde gayri resmî bir sahiplik edinmişlerse, şu hâlde, bu sahipliği resmî bir senede dönüştürmenin ucuz ve kolay bir yolunun mevcut olması çok daha iyidir. Çünkü ancak resmî bir senetle su ve kanalizasyon gibi hizmetler sunulacaktır –örneğin, su firması yasal olarak fatura kesebileceği bir adres bilgisine sahip olmalıdır. Ve ancak bir tapu senedi ile bir ipotekli gayrimenkul kredisi temin edilebilir –Nitekim bu sayede muhtemeldir ki, bir baraka değil, lavabo, banyo ve diğer kolaylıklara sahip bir ev inşa edilecektir.
Bu tam olarak Türkiye’nin yaptığı şeydir. Birkaç milyon insanın İstanbul’u çevreleyen tepelerde yaşaması formalitesini umursamayın. Oradalar ve oradaydılar. Önce, üstüne yerleştikleri toprağın mülkiyetini kayıt altına almak ve sonra yasal yerleşiklerin bekleyebileceği hizmetleri sunmak bu durumla başa çıkmanın en iyi yoludur.
Ülkedeki diğer işler, yakın tarihli olayların bize söylediği üzere, bütünüyle iyi gitmiyor olabilir. Fakat uygulamaya koydukları temel ekonomik yapı taşı yaygın ve paylaşılan bir ekonomik büyümeyi üretmektedir. Bu ise, yasal ve zengin kent merkezi ile gecekondu ve kayıt dışı kent çevresi arasındaki bir bölünmeden daha iyidir. Kabul edilmelidir ki, mülkiyet hakları işleri değiştirir. Ve mülkiyetin, başlangıçta gayri resmî şekilde edinilmiş olsa bile, resmî ve yasallaştırılmış bir çerçeveye kavuşturulması çok daha iyidir.
Referanslar
(I) Tim Worstall, “The Thing Turkey Got Absolutely Correct – Cities and the Work of Hernando de Soto”, Forbes, 17.07.2016, https://www.forbes.com/sites/timworstall/2016/07/17/the-thing-turkey-got-absolutely-correct-cities-and-the-work-of-hernando-de-soto/#1dc73af33680
(II) Special Report, “Turkey: Urban Development, the Lure of the City”, The Economist, 04.02.2016, http://www.economist.com/news/special-report/21689875-turkeys-urban-centres-are-modernising-double-lure-city
(III) Hernando de Soto, Sermayenin Sırrı: Kapitalizm Batıda Zaferler Kazanırken Diğer Yerlerde Neden Başarısız?, Liberte Yayınları, Mart 2005, https://liberte.com.tr/sermayenin-sirri (Kitabın yeni baskısı yakında yayınlanacaktır).
(IV) Hernando de Soto, https://en.wikipedia.org/wiki/Hernando_de_Soto_Polar