Bu satırların yazarı daha çok kısa bir zaman öncesine kadar Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin şiddetli bir savunucusu idi. Bunun er ya da geç bir gün gerçekleşeceğine inanıyordu. Ancak bugün itibariyle bu hedefin bir hayal, inancın da gerçeklere dayanmadığı kanaati oluştu. Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri [i] de dahil, eski yeni her kriteri yerine getirmesi halinde bile üyeliğin gerçekleşmeyeceği aşikâr. En azından mevcut konjonktüre bakınca bunu görüyoruz. Bu kanaatin oluşmasına sebep olan faktörlerin iyi analiz edilmesi gerekir. Popülist yaklaşımlarla tribünlere oynandığı sürece de bu pek mümkün görünmüyor maalesef.
Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde ortaya çıkan konjonktürün iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi Batı’da Türkiye’den bağımsız olarak ortaya çıkan aşırı sağ eğilimler ve bunun siyasete ve siyasetçilere etkisi. İkincisi de Türkiye’ye karşı takınılan ikiyüzlü tavır ve bunun sonucunda ortaya çıkan anti AB refleksleridir. Bu iki boyutu irdelemeden önce AB projesine kısaca bir göz atmak gerekir. Bunu yaparken de kimin ne düşünüp ne yaptığından ziyade AB’nin, her türlü tecrübe ve hissiyattan soyutlayarak, bizim için anlamı nedir ona bakmak gerek. Aksi takdirde pireye kızıp yorgan yakma durumuyla karşılaşabiliriz.
AB bir çok boyutlu değerler manzumesidir ve bu değerlere, ister üye olarak ister üye olmadan Türkiye’nin de sahip olması gerekir. Bu değerler Kopenhag Kriterlerinde vücut bulmuştur. Siyasî, ekonomik, topluluk müktesebatına uyum ve uygulamaya yönelik adlî ve idarî olmak üzere sınıflandırılan kriterlerin en can alıcısı şüphesiz siyasî kriterlerdir. İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması olarak ifade edilen siyasî kriterlere uymak illa da AB üyesi olmayı gerektirmez. Kendisine saygısı olan ve demokrasi ile idare edildiğini iddia eden her ülkenin bu kriterlere uyması zaruridir, aksi takdirde demokrasileri özürlü olur.
17 Aralık 2004’te çetin bir pazarlık sürecinden sonra Türkiye’nin artık şartları yerine getirdiği ve tam üyelik için müzakerelerin resmen başlatılması kararı alındı. Ancak açılan fasıllar çok yavaş ilerledi ve bazı ülkelerin kendi iç politik kaygıları yüzünden zaman zaman süreç sabote edildi. Hem AB yöneticileri hem de üye ülke yetkilileri Türkiye’nin üyeliği söz konusu olunca Kopenhag Kriterleriyle yetinmek istemedi. Müktesebatla ilgili görüşmeler sürerken sürekli yeni kriterler öne sürerek üyelik sürecini sekteye uğrattılar. Bu da hem müzakerecileri hem de Türk kamuoyunu oldukça irrite etti ve haliyle de kamuoyu desteğini olumsuz yönde etkiledi.
Yine, gerek AB gerekse üye ülkelerin yetkililerinin Türkiye söz konusu olunca problem odaklı düşünüp ona göre hareket etmeleri de süreci olumsuz yönde etkiledi. Vurgu kat edilen mesafeye değil de istisnalara yapıldığı için motivasyon yara aldı. Bir de buna Türkiye’nin müzmin meseleleriyle ilgili aldığı tedbirlere yapılan haksız eleştiriler de eklenince müzakereler ya buz gibi bir atmosferde yürütüldü ya da donduruldu. Bunun en bariz örneği terörle mücadele için alınan tedbirlerin sürekli masaya getirilmesi, hatta kırmızı çizgi olarak dayatılmasıdır. Bir taraftan terörün sancılarını iliklerine kadar hisseden Türkiye’ye alınan tedbirler konusunda baskılar yapılırken bir taraftan da terör ve teröristlere dolaylı ve/veya doğrudan destek verilmesi iplerin iyice gerilmesine sebep oldu diyebiliriz.
AB’nin tam üyelik müzakereleri yaptığı bir ülkede yapılan darbe kalkışmasına kayıtsız kalması da mevcut olumsuzluğu tetikledi. Türkiye’nin 15 Temmuz’da yalnız bırakılması AB’nin Türkiye politikasının bir yansıması olarak da görülebilir. ‘Demokratikleşmesi’ konusunda ısrarlı oldukları ülkenin meşru iktidarını şiddet kullanarak devirmeye kalkışanlarla empati yapılması AB’nin vitrinine koyduğu değerlerle örtüşmedi. Daha düne kadar şüpheyle baktıkları Gülenistleri 15 Temmuz sonrası demokratik hakları ellerinden alınmış mağdurlar olarak görmeye başladılar. Öyle ki, FETÖ Türkiye’de meşru siyaset yapıyormuş ya da yapmak istiyormuş da rakibi Erdoğan buna izin vermiyormuş gibi bir algı ısrarla zihinlere kazındı. 15 Temmuz kalkışmasına karşı kitle direnişi mütemadiyen sadece Erdoğan ‘yandaşları’na indirgendi.
Sadece AB’de değil Batı’nın genelinde ırkçılık ve islamofobinin yükselen değerler olduğu herkesin malûmu. Hal böyle olunca ezici ekseriyeti Müslüman olan Türkiye’ye karşı da büyük bir antipatinin olması doğal bir yansıma. Bu olgunun siyasilerin eylem ve söylemlerine de yansıdığı gayet açık bir şekilde görülmektedir. Daha bundan 15-20 yıl öncesine kadar yüz kızartıcı suç olarak değerlendirilen söylemler bugün en ‘saygın’ politikacılar tarafından dillendirilebilmektedir. Bu durum Türkiye söz konusu olunca daha da belirgin hale gelmektedir. Türkiye’deki her türlü gelişme bağlamından çıkarılıp her türlü arka plan göz ardı edilerek değerlendirilmektedir. Hatta her şeyin doğrudan Erdoğan’la ilişkilendirildiğini bile söyleyebiliriz.
Tamam, yükselen ırkçılık, Avrupa merkezli (eurocentric) düşünme, müstemlekeci mantalitesi, islamofobi gibi birçok faktör olumsuzluğa katkıda bulunmaktadır, ancak bizim hiç mi kusurumuz yok diye sormak lazım. Haklı sebepleri olsa da sorumluluğu sadece başkalarına yüklemek pek akılcı bir yaklaşım olmayacaktır. Esaslı bir özeleştiriye her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulmakla birlikte an itibariyle özeleştiri için gerekli altyapının da olmadığını gözlemlemekteyiz. Kimsenin ortaya çıkan olumsuzlukta kendi payının da var olabileceğini kabul ettiği yok.
3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB’ye katılım müzakerelerinin toplumsal hayatın hemen her alanını kapsayan 35 fasıl üzerinden yapılması hedeflenmekteydi. Bugüne kadar da her türlü engellemelere rağmen 16 fasıl müzakereye açılmış ve bunlardan bir tanesi de geçici olarak kapatılmıştır. Açılan fasılların büyük bir bölümü de 11 yılı aşkın sürecin ilk beş yılında sırasıyla Abdullah Gül ve Ali Babacan’ın Dışişleri Bakanlıkları döneminde gerçekleştirilmiştir. Ahmet Davutoğlu’nun bakanlığının ilk döneminde göreceli de olsa bir ilerleme kaydedildi, ancak 2011’den itibaren sıkıntılar alenileşmeye başladı.
2011 yılının Temmuz ayında Avrupa Birliği Bakanlığı’nın kurulmasıyla baş müzakerecilik Dışişleri Bakanlığı’ndan alındı. Bakanlığa ilk atanan Egemen Bağış’ın yoğun mesai harcadığına şahit olduk, ancak bu yoğun mesainin sonuç verdiğini söyleyemeyiz. Hatta müzakereler için harcanması gereken mesaiyi Avrupalı Türklere popülist söylemlerle geçirdiğini söylersek abartmış olmayız. 2013 Aralık ayında Bağış’tan görevi devralan Mevlüt Çavuşoğlu da pek etkili olamadı. Kanaatimce etkili olmak için çaba da sarf etmedi. Brüksel’e karargâh kurmak yerine seçim bölgesi Antalya’da seçmenleriyle haşır neşir olmayı tercih etti diyelim.
29 Ağustos 2014’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi sonucu Başbakanlık görevini devralan Ahmet Davutoğlu’ndan boşalan Dışişleri Bakanlığı’na Mevlüt Çavuşoğlu getirildi. Sayın Çavuşoğlu yeni görevi esnasında da alışkanlıklarını sürdürüp seçmenlerine gereken ilgiyi göstermeye devam etti ve ediyor. Ondan boşalan koltuğa oturan eski büyükelçi Volkan Bozkır’ın büyük çaba sarf ettiği malûm, ancak onun şanssızlığı konjonktürün oldukça kötü durumda olmasıydı. Bir diğer şanssızlığı da Türk hükümetinin AB’ye üyelik müzakerelerini ciddiye almaktan vazgeçmiş olmasıydı. Şimdiki bakan Ömer Çelik’in tavrı, başka bir ifadeyle tavırsızlığı bunun en bariz göstergesidir.
Türkiye’nin Gezi Olaylarıyla başlayan imaj erozyonu 17-25 Aralık operasyonlarıyla iyice etkisini hissettirmeye başladı. AB’de Türkiye’nin olaylara müdahalesiyle ilgili yüksek sesle dillendirilen eleştirilere aynı şiddette cevap verildi. Hatta bununla da yetinilmedi ve AB’nin eleştirilerini art niyetle yaptığı ve zaten patolojik olarak Türkiye düşmanlığının var olduğu iç kamuoyuna sürekli dikte ettirildi. Bazı siyasiler biraz daha ileri giderek Avrupa ülkelerini birer birer dolaşıp Avrupalılara saydı saydırdı.
Kısacası AB’ye girmek isteyen bir ülke olarak süreci iyi yönettiğimizi iddia etmek mümkün değil. Muğlak ifadelerle sorumluluğu başkalarına yüklemek belki kamuoyunu rahatlatır, ancak meselelere çözüm getirmez. Bence atılması gereken en önemli adım AB’yi Türkiye’nin müzmin sorunlarının ortağı yapmaktı. Bunun için hiçbir çaba sarf edilmedi maalesef. AB’yi bir partner olarak yanımıza çekebilseydik bugün farklı şeyleri konuşuyor olurduk. Bunu yapamadığımız gibi müzmin Türkiye karşıtlarının eline bolca malzeme verdik.
Artık AB üyeliğinin bir hayal olduğu ve buna ilaveten AB’nin kendi misyonundan sapmış olduğu gerçeklerinden de hareketle durumumuzu yeniden gözden geçirmemiz gerektiği kanaatindeyim. Ancak bu gözden geçirme AB normlarından vazgeçme anlamına gelmemelidir. Tam aksine eskisinden daha iştahlı bir şekilde bu normlar toplumsal hayatın her alanına uyarlanmalıdır. Aksi takdirde pireye kızıp yorganı yakmış olacağız.
[i] https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/437-438.pdf