Türkiye yirminci yüzyılı ıskalamış bir toplumdur, ama yirmibirinci yüzyılı ıskalama lüksü yoktur. Dünya tarihine yüzyıllarca damgasını vurmuş bir milletin 20. yüzyılda sırtına adeta bir deli gömleği geçirilerek, marjinal bir 3. dünya ülkesi koşullarında yaşamaya mahkûm edilmesi büyük bir talihsizlikti, hiçbir şekilde sürdürülebilir değildi. Bu makus talih bir yerlerden kırılmak zorundaydı. Bu millet daha iyisine layıktı, bunun için gerekli potansiyele sahipti, “varlık içinde yokluk” çekmek zorunda değildi. Kabuğunu kırmalı, ayak bağlarından kurtulmalı, sırtına geçirilmiş deli gömleğini yırtmalı, bir yandan kendisiyle bir yandan komşularıyla barışmalı, barışın ve refahın egemen olduğu bir ülke meydana getirmeliydi.
Şayet bugün ortalığa hâkim gibi görünen toz-dumandan başımızı kaldırıp, belirli bir tarihi perspektif içinde ve resmin tamamına bakmayı başarabilirsek, bugünlerde Türkiye’de olan bitenler bağlamında göreceğimiz manzara tam da budur: nicel birikimlerin nitel dönüşümlere kapı aralaması; uzun süredir askeri vesayetin cenderesinde sıkıştırılmış bir toplumun zincirlerini kırması ve yüzyıldır yüzleşmekten kaçındığı sorunlarla bir bir yüzleşmeye başlaması. Belki hâlâ tam farkına varamayanlarımız vardır. Eski zaman tellallarının diliyle söylersek: Ey Ahali! Duyduk duymadık demeyin, Türkiye engellenemez bir değişim ve dönüşümden geçiyor, ayak bağlarından kurtuluyor, İttihat ve Terakki zihniyetinden beslenen ve kendisini yoksul ve istikrarsız bir kenar mahalle ülkesi olmaya mahkûm eden bir askeri vesayet rejimine son veriyor, demokratikleşme-sivilleşme-özgürleşme yolunda dev adımlarla ilerliyor. Bu çerçevede, Türkiye için tarihin akışının adeta hızlandığı son zamanların kimi siyasi gelişmeleri üzerinde kuşbakışı bir gezinti yapmakta yarar vardır.
Bencileyin kafası karışıkların, bu ülkede neler olup bittiğini anlamaya çalışanların, kendisine “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” diye soranların gözünü açan, perdenin arkasında neler olup bittiğini anlamayı kolaylaştıran önemli gelişmeler oluyor son zamanlarda. Meselâ oldum olası merak ederdim, bu ülkede darbeler vatan-millet aşkıyla yanıp tutuşanların vatan kurtarma gayretlerinin eseri mi, yoksa içerde askerin hükümranlığını perçinlemenin, dışarıda ise Türkiye’yi uluslar arası sistemin uslu çocuğu olarak tutmanın aracı mıdır diye, son yıllardaki gelişmeler bu sorunun cevabını bulmama çok yardımcı oldu. Hep merak ederdim, terör sadece terör örgütlerinin marifeti mi, yoksa terör örgütleri derin devletlerin taşeronu mudur diye. PKK Kürt halkının temel hakları için savaşan bir örgüt mü, yoksa iktidarını terörün devamına borçlu olan Ergenekon-derin devletin taşeronluğunu yapan bir örgüt müdür diye. En son Hatay Dörtyol’daki gelişmeler, MHP’li muhbir-JİTEM elemanları ve PKK militanlarının işbirliğiyle gerçekleştirilen kışkırtma olayları bu konudaki toz bulutlarının aralanmasına çok katkıda bulundu.
Hep merak ederdim, bizdeki zorunlu askerlik, profesyonel orduya direniş ve bedelli askerliğin yaygınlaşmasına izin verilmemesi “Her Türkün asker doğmasından” dolayı eşyanın tabiatına uygun bir durum mu; yoksa her Türk erkeğinin askerin tezgahından geçmesini sağlayan, bir tür endoktrinasyon ve askeri vesayetin psikolojik dayanaklarından biri mi diye; halen Balyoz davasından hakkında tutuklama kararı bulunan Çetin Doğan’ın emir subayının bir süre önce basına yansıyan mektubu ve Başbuğ’un verdiği röportajlar bu konudaki kanaatlerimin netleşmesine çok katkıda bulundu. Hep merak edip durmuşumdur, İmralı’da tutuklu olduğu halde, tutuklu kaldığı cezaevi askerin kontrolünde olduğu halde, Öcalan nasıl oluyor da cezaevinden örgüt yönetmeye devam edebiliyor diye? Öcalan kendisini Kürt halkının kurtuluşuna adamış, emirleri kendisi veren birisi mi; yoksa derin devletin elinde esir, onun kontrolünde, onun isteklerine göre hareket eden, demokratikleşmenin önünü tıkayacak eylemler gerektiğinde devreye sokulan biri mi diye; son günlerdeki gelişmeler bu konudaki tereddüdümü azalttı. Neşe Düzel’in Taraf’ta Kemal Burkay ve Hüseyin Yıldırım’la yaptığı röportajlar bu açıdan çok öğreticiydi.
Hep merak ederdim, bu ülkede terör bitirilemediği için mi bitmiyor, yoksa –ordusuyla, yargısıyla, istihbaratıyla- devlet içinden birilerinin istememesi, menfaatine uygun bulmaması yüzünden mi bitirilemiyor diye. Güvenlik kaygılarını sürekli gündemin tepesinde tutması, OHAL ve sıkıyönetim üzerinden askere iktidar alanı sağlaması, uyuşturucu ve silah ticareti üzerinden birilerine rant sağlaması nedeniyle terörün derin devlet ve uzantıları tarafından bitirilmek istenmediğine dair kuşkularım vardı; Dağlıca’dan, Aktütün’den, Gediktepe’den, “Heronları düşürün” çağrılarından, Mehmetçiği kendi döşedikleri mayınlı araziye bile bile ölüme göndermelerden, Ergenekon tutuklularının, faili meşhul zanlılarının, Camileri havaya uçurup Egede kendi uçağımızı düşürerek Yunanistan’la savaş çıkarma, gayrimüslim cemaat önderlerini öldürerek, müzede öğrencileri bombayla havaya uçurarak “vatan kurtarma” planları yapan gözüdönmüşlerin yargıdan kaçırılması, YAŞ’da terfi ettirilmeleri, ya da halen görev başında tutulmaları yönünde harcanan gayretlerden sonra, bu ülkede “en çok güvenilen” kurumların ne denli çürümüş, içten içe yıpranmış olduğunu daha iyi anladım. Denetlenemeyen, dokunulamayan, sorgulanamayan ve yargılanamayan “mutlak güç”ün nasıl “mutlak surette” yozlaşacağını söyleyen Lord Acton’a bir kez daha hak verdim.
Soğuk Savaş döneminde bu pislikler, bu yozlaşma ve ihanet planları gün yüzüne çıkmıyordu; dünya Türkiye’nin anti-demokratik, militarist, içe kapalı, tekelci, ve tektipçi rejimine katlanıyordu. İçerde de Anadolu halkının omurgasını teşkil eden dindar Müslüman kitle yoksul, diplomasız, taşralı ve özgüven yoksunu bir konumdaydı. 1980’lerin sonunda sosyalist sistemin çökmesi, Soğuk Savaşın sona ermesi ve askeri-sınai komplekse dayalı kapitalist modelin giderek tıkanması, hepsinden önemlisi de dünyayı bütünleşmeye zorlayan küreselleşme sürecinin hızlanması dış dünyanın hesaplarını değiştirdi. 1980’lerden itibaren başlayan dışa açılma, şehirleşme, eğitimde ve haberleşmede devlet tekelinin kırılması, serbest ticarete ve ihracata dayalı büyüme modelinin sunduğu imkanlarla Anadolu’da dindar-muhafazakâr bir orta sınıfın yükselmesi gibi iç dinamikler de Türkiye’yi esaslı bir değişim ve dönüşümün eşiğine getirdi. Sözkonusu orta sınıfın iktidara taşıdığı Adâlet ve Kalkınma Partisi bu değişimin taşıyıcısı oldu. Dindar Müslüman kitleye hâlâ küçümseyerek bakma eğilimindeki geleneksel, kentli, okumuş, laik, entelektüeller, siyasetçiler ve zengin beyaz Türkler sınıfı hâlâ anlama ve hazmetme zorluğu çekse de, Türkiye’de son yıllarda değişimi, demokratikleşmeyi, sivilleşmeyi, özgürleşmeyi sırtlayan kesimin dindar-muhafazakâr kitleler olduğu çok açıktır. Bu kesimi temsil eden siyasetçilerin geleneksel devletçi-milliyetçi reflekslerini bir kenara bırakıp, Türkiye’nin toplumsal-siyasal-ekonomik sorunlarına daha bireyci, piyasacı, serbest ticaretçi, özgürlükçü ve bütünleşmeci bir zihniyetin penceresinden bakabilir hale gelmeleri Türkiye’deki değişim ve dönüşüm sürecini çok daha hızlandıracaktır. Türkiye’de değişim ve demokrasi söylemini kimselere bırakmayan Türk solunun hali pür melali bu bağlamda içler acısıdır. Özgürlükçü-liberal sol diyebileceğimiz çoğunluğu Taraf çevresinde toplanmış bir avuç aydın dışında, Kemalist sol, sosyalist-Marksist sol, ve faşist-ulusalcı sol Türkiye’nin bu değişimine öncülük etme konusunda pek ümit vaat etmemekle beraber, solda belirli bir özeleştiri süreci içten içe devam etmektedir. 12 Eylül’deki Anayasa değişikliği referandumu bağlamında solda, sağda ve muhafazakâr kesimde bu anlamda önemli kırılmaların yaşanması hiç şaşırtmamalıdır.