Bazen küçük bir olay büyük bir gerçeği açığa çıkartır veya herkesin bildiği ama dile getirmekten çekindiği bir sırrı ifşa eder. Türk asıllı Alman futbolcu Mesut Özil Almanya’da devletin ve toplumun derinlerine sinmiş ırkçılığı bir sosyal medya mesajıyla ifşa ve afişe etti. Bir hakikate ışık tuttu. Mesut’un bu çıkışı iletişim çalışmaları yanında siyaset teorisinde de incelenebilecek bir vaka teşkil etti.
Mesut Özil Alman millî takımına önemli katkılar sağlamış, bir önceki dünya kupasında Almanya’nın şampiyonluğa ulaşma sürecinde başrolde oynayan oyuncular arasında yer almıştı. İyi futbol oynamaya devam etmekteydi. Olağan şartlar altında bu sene de Alman millî takımında yer alması beklenmekteydi. Olmadı, tuhaf şekilde, takımda kendisine yer verilmedi.
Bunun ana sebebi Avrupa’da top koşturan başka iki Türk asıllı futbolcuyla birlikte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Londra’da fotoğraf çektirmesi. Erdoğan karşıtlığı iliklerine kadar işlemiş olan Alman devleti, medyası ve toplumu buna dayanamadı. Mesut 24 Haziran seçimlerinde Erdoğan’a destek vermekle suçlandı. Takıma alınmadı.
Oysa ne Mesut ne de diğer futbolcular buluşmada siyaset konuştu. Onları bırakın, Erdoğan bile siyasî bir mesaj vermedi. Kaldı ki verebilirlerdi de. Mesut siyasî tercihini belirlemek ve siyaset yapmak için Alman ırkçılığından-ırkçılarından izin almak zorunda mı? Buna rağmen, başarılı futbolcu centilmenliğini bozmadı ve şampiyona bitene kadar ses etmedi. Almanya kupadan elendi. Şampiyon belli oldu. Ancak bundan sonra Mesut malum sosyal medya açıklamasını yaptı. Çok muhtevalı ifadeler kullandı. Almanların Alman olmayanları vatandaş, ülkenin aslî parçası görmekteki ayak sürümelerine işaret etti. “Başarılı olunca, kazanınca Alman, kaybedince göçmen oluyoruz” dedi. Almanların Hristiyan göçmen sporcularla Müslüman göçmen sporcular arasında yaptığı ayrıma dikkat çekmesi de yerindeydi.
Mesut’un yaptığı Alman toplumuna ve devletine bir ayna tutmaktan ibaretti. Almanya kültürünün derinliklerine kadar işlemiş bu ırkçılıktan bir türlü kurtulamıyor. Devamlı gözetim altında tutulması gereken bir hasta gibi. İşin kötüsü Alman ırkçılığının Alman toplumun sadece şu veya bu kesimine değil tümüne sirayet etmiş olması. Maalesef buna liberaller dâhil. Aman liberallerinin pek azı Alman ırkçılığının tesirinden muaf. (Burada bir parantez açıp Türkiye’de yaşanan Deniz Naki olay ile Almanya’da yaşanan Mesut Özil olayını kısaca karşılaştırayım. Olayı yakında takip etmemiştim. Mesut Özil ile Deniz Naki arasında karşılaştırma ve benzetmeler yapılması üzerine geriye dönüp ne olduğuna baktım. Bence Deniz Naki de Türkiye’de haksızlığa uğramış. Maruz bırakıldığı muamele yanlış. Futbol hayatını burada sürdürebilmeliydi. Ancak, Naki olayı ile Özil olayı birebir aynı değil. Mesut Özil şahsen hiçbir siyasî iddia peşinde değil ve dile getirdiği söylemlerin arkasında binlerce cana mal olan bir cinayetler serisi yok. Buna karşılık Naki’nin kullandığı dil PKK’lıların kullandığı rumuzlarla dolu. PKK dilinde “barış olsun” demek aslında Türkiye devleti bizim dediklerimizi kabul etsin, yani siyasal egemenlik silahlı eylemlerimiz ve silah tehdidimiz altında bizimle paylaşılsın demektir. Aradaki farkı gözden kaçırmamakta fayda var. Yine de Naki’nin haksızlığa uğradığı, abartılı bir reaksiyon gördüğü kanaatindeyim).
Aralarında klasik liberal ve liberteryenlerin de bulunduğu birçok Amerikalı Amerika’nın”tarihte görülen en büyük medeniyet” olduğunu söylemeyi sever. Özgürlük ve demokrasiye ilişkin tüm değerlerin ABD tarafından icat edildiği veya korunduğu, ABD’nin “hür dünyanın” lideri ve koruyucusu olduğu da sıklıkla dile getirilir.
Gelgelelim, tüm böbürlenmelerine rağmen ABD’nin evinde de uluslararası ilişkilerde de karne kırıkları var. Hak ve özgürlükler beşiği ABD siyahlara uyguladığı insan hakları ayrımcılığını 1960’lara kadar korudu. Bugün de ne kadar çözebilmiş olduğu tartışmaya açık.
ABD’nin uluslararası ilişkiler sicili, özellikle Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra yaptıkları, geçekten korkutucu. İşte bu ABD Türkiye’yi itip kakmaktan zevk alır havasında. Türkiye’ye peşpeşe yanlışlıklar yapıyor. İşine geldiğinde stratejik ortak, sadık ittifak üyesi olarak görüyor, işine gelmediğinde silah ambargosu uygulamakla tehdit ediyor. Irkçı İsrail devletine ve darbeci Sisi Mısır’ına gösterdiği anlayışı Türkiye’ye göstermiyor. Türkiye’nin canını derinden yakan bir çete liderini ve takımını ısrarla topraklarında barındırıyor, aynı zamanda alenen koruyor, kolluyor.
Rahip Brunson yargılamasına ABD elbette itiraz edebilir. Bu durumda yapması gereken şey diplomatik yolları kullanmak ve hukukçularını seferber etektir. Bunun ötesine geçip kaba baskı yapmaya yönelmek, talimat vermeye kalkışmak uluslararası hukuka aykırı. Kabadayılık işi. Aynı ABD Türkiye “Fetulah Gülen’i iade edin” deyince “o yargının işi” cevabını veriyor. Öyleyse rahibin serbest kalması da Türkiye’de yargının işi. Kaldı ki Gülen olayının (elbette Hakan Atilla olayının da) hukukla ve yargıyla bir alâkası yok, tamamen siyasî. Bin Ladin’in suçlu olduğu ABD mahkemelerinde yargılanmasıyla ortaya çıkartılmadı. Amerikan devleti onu suçlu ilan etti ve sonra cezalandırmak, daha doğrusu yok etmek için tüm dünyada peşine düştü.
Türkiye adeta ABD’nin Mesut Özil’i. Türkiye’ye karşı gittikçe çirkinleşen tavrı ABD’nin yüzüne tutulan ayna oluyor.