Bir ay kadar önce “Barış ve tarafların ruh hali” diye bir yazı yazmıştım. Aysel Tuğluk’un Barış Çadırı’nda gazetecilerle yaptığı sohbeti okuyunca, o yazıyı hatırladım. Tuğluk’un konuşması, o yazıda ne demek istediğimi çok iyi açıklıyordu. Tabii tersten…
Söz konusu yazı şöyle başlıyordu:
“Barış, iyi işlenmiş doğru politikalar, akıllı bir diplomasi, uygun uluslararası koşullar ve daha birçok etkenin bir araya gelmesiyle ulaşılabilecek bir hedeftir.
Ama bütün bunların ötesinde, barış süreci ancak savaşan tarafların ve onların kamuoylarının barışa “ruhen” hazırlanmasıyla ilerleyebilir.
Bugün öyle bir noktadayız ki, savaşın bitmesini isteyen herkesin, kendi kamuoyunu atılacak adımlara psikolojik olarak hazırlamaya gayret etmesi; daha da önemlisi her iki tarafın da karşı tarafın ruh halini gözeterek, hassasiyetlerini dikkate alarak; barışmaya çalıştığı tarafın onurunu kırmadan ve tahrik etmeden davranmaya dikkat etmesi gerekiyor. (…)
(…) Doğrusu isterseniz, Kürt hareketinin temsilcilerinin de toplumun kendilerine karşı olan ya da kuşkuyla bakan kesimlerinin ruh halini gözönünde bulundurmak ve özellikle bu kritik günlerde söylemlerine çok dikkat etmek gibi bir zorunluluğu var ve bunu pek iyi bir şekilde yaptıkları söylenemez.
Örneğin bu dönemde barış sürecini sabote edebilecek en tehlikeli tutum şantaja kalkışmaktır. Üstü açık ya da kapalı bir şekilde ifade edilen “istediklerimiz olmazsa gününüzü görürsünüz” tutumu kadar tahrik edici bir söylem olamaz.”
Bu noktada Tuğluk’un konuşmasına bakalım:
Ne diyor Tuğluk? “Süreç tıkanırsa ayrı devlet kurmayı tartışabiliriz.”
İşte şantaj dediğimiz tutum budur.
Ayrı devlet kurma hak mıdır mümkün müdür tartışmasına girmiyorum. Onu sırası gelirse yaparız. Ben sadece “sürecin tıkanmadığı” bugünkü koşullarda bu ihtimali bir şantaj aracı olarak ortaya atmanın yıkıcı etkisinden söz ediyorum.
Aysel Tuğluk konuşmasının bir başka yerinde “PKK’yı silahsızlandırmak ancak çözümle birlikte ve kendiliğinden gelişir. PKK’yı sürecin başında silahsızlandırmayı isterseniz, süreci tıkarsınız” diyor.
Bu sözlerin anlamı açık. Tuğluk PKK’nın barış masasına elinde silahla oturmasını savunuyor.
Bense, aslında tam tersinin doğru olduğunu, süreci tıkayacak asıl tutumun Tuğluk’un beklentisi olduğunu o yazıda şöyle ifade etmişim:
“PKK’nın barış masasına silah tehdidi ile oturması, silahı -kullanmasa da- sonuna kadar bir tehdit unsuru olarak yanında tutmaya devam etmek istemesi barış sürecinin önünü tıkar.”
Ve geliyoruz, malum muhatap meselesine…
Tuğluk, bu konuda bütün DTP’lilerin ısrarını sürdürüyor ve çözüm için Öcalan’ın muhatap alınmasını şart görüyor. Hatta bunu yaparken kamuoyu gözünde kendi partisinin imajını ayaklar altına almayı, etki gücünü ve misyonunu son derece zayıf göstermeyi de göze alıyor.
Her neyse, DTP’ye verdiği zarar bizi ilgilendirmez.
Ama sürece verdiği zarara ilgisiz kalamayız.
“Barış ve tarafların ruh hali” yazısında, muhatap meselesini ön plana çıkarmanın süreci kitlemenin en pratik yollarından biri olduğunu yazmış ve şöyle demiştim:
“Üçüncü zararlı tutum ‘muhatap’ sorununu ön plana çıkarmaktır.
Devletin ve hükümetin Öcalan’ı muhatap almasını istemekle 25 yıldır PKK’yla savaşan güçlerin “burnu sürtmeye” mi uğraşılıyor?
Peki, böyle bir şeyin mümkün olmadığını; Türkiye Cumhuriyeti devletinin PKK’yı ya da Öcalan’ı muhatap almayacağı bilinmiyor mu?
Üstelik sadece devletin ve hükümetin değil, halkın büyük çoğunluğunun da Öcalan’ın muhatap alınmasına büyük tepki göstereceği görülmüyor mu?
Öyleyle niyet ne? Amaç barışı sabote etmekse bu kadar dolambaçlı yoldan gitmek niye? (…)
Tuğluk’un ve daha birçok DTP’linin Öcalan’ın muhatap alınmasını bir ilke meselesi haline getirmelerinin sebebini biliyoruz: Bugün gelinen noktayı “PKK’nın kazandığı zafer”in bir sonucu gibi ortaya koymak, “PKK kazandı, devlet yenildi” şeklinde bir durum değerlendirmesi yapmak…
Bir ay önce de yazdığım gibi;
“Bu, tehlikeli olduğu kadar gerçek dışı bir değerlendirmedir de…
Gerçek olan şudur ki, bugün barışı konuşuyorsak, savaşan tarafların her ikisi de bu savaşın galibi olmayan bir savaş olduğunu gördüğü için konuşuyoruz. TSK’nın PKK’yı 25 yıldır bitiremediği nasıl gerçekse, PKK’nın da kaç 25 yıl daha savaşırsa savaşsın, TSK’yı yenemeyeceği, askeri bir zafer kazanamayacağı da bir başka gerçektir.
Dolayısıyla, bugün bazı çevrelerde yapılan “devlet kaybetti, PKK kazandı” gibi değerlendirmeler gerçek olmadığı gibi son derece zararlıdır.
Unutmayalım; barışa ulaşacaksak, her iki tarafın da birbirinin ruh halini gözetmesi, karşı tarafı tahrik eden söylemlerden kaçınması halinde ulaşabileceğiz.”
Bugün, 02.09.2009