Başlığa bakıp da devletin görevinin, eskiden olduğu gibi, özel sektörün rahatlıkla yapabileceği alanlarda faaliyet gösterip, devlet kasasını doldurarak zenginleşmenin sağlanacağı anlamı çıkartılmamalıdır. Kaldı ki, eskiden de devlet kasası devlet eliyle dolmuyordu. Devletin görevi, ticareti engelleyen düzenlemelerin ticarete taraf olan diğer ülkelerin de üretim kabiliyetine zarar verdiğini bilerek bu engellerin kaldırılması yönünde çaba sarf etmektir. Yoksa, tacir devletten devletin şirketler kurup bu şirketler aracılığıyla ticaret yapması anlaşılmamalıdır.
Bilindiği gibi merkantilist sistem, dünya ekonomisinin durgun ve dünya üzerindeki zenginliğin de sabit olduğunu düşünerek, ticaretten ancak bir ülkenin kârlı çıkacağına inanarak, zenginliğin ancak ve ancak başka ülke(lerin) fakirleşmesi pahasına gerçekleşeceğine inanıyordu. Böyle bir durumda devlete önemli görevler düşmekteydi. Devlet babalığını yapacak ve bunun için içeride tekeller oluşturacak ve bu uğurda sömürgeciliği de destekleyecekti. Sömürgecilik kavramı zorbalığı içerdiğine göre “askeri devletin” kendi yurttaşlarının refahı açısından başka ülkelerin kıymetli madenlerine ve mallarına el koyması gerekiyordu. Bunu yaparken de sömürdüğü ülke insanlarına insani olmayan her türlü uygulamayı yapacaktı. Beyaz derili insanların siyah derili insanlara yaptığı gibi.. Adam Smith’e göre ihracatın teşviki ve ithalatın caydırılması, merkantilist sistemin ülkeleri zenginleştirmek için önerdiği iki önemli araçtı. Merkantilist düşüncenin arzulanan toplumsal refah artışını sağlayamayacağı, ülkelerin kıymetli maden stoklarına sahip olmakla ekonomik yönden güçlü devletler olamayacağı, içeride baş gösteren diğer rahatsızlıklarla, örneğin yükselen fiyatlar genel seviyesi, yani enflasyonla anlaşılmıştır. Bugün de birçok iktisatçı para miktarı ve enflasyon arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğunu kabul etmektedir. Toplumsal refah açısından önemli olan kıymetli maden biriktirmek değil, ticareti, üretimi ve hayat standardını, bireysel hak ve özgürlükleri olumsuz etkileyen her türlü kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Kaldı ki, ülkelerarası ticarette merkantilist düşüncenin iddia ettiği gibi sadece bir tarafın kârlı çıkmadığı, her iki tarafında ticaretten faydalandığı bilinen bir gerçektir.
Friedrich August von Hayek ve James M. Buchanan gibi iktisatçılar devletin iktisadi hayattaki yerine ilişkin şunları söylemektedirler: Devletin görevi, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesine yardımcı olacak yasal düzenlemeleri yapmak ve son tahlilde yasa devleti olmaktır. Bu yasa bizdeki gibi değiştirilmesi dahi teklif edilmeyen yasalar anlamında değildir. Sınırlar bu şekilde keskin çizgilerle belirlenince, devletin iktisadi hayattaki yerinin asli kamu hizmetlerinden başka bir şey olmadığı da belirlenir. Devletin görevi, yukarıda belirttiğimiz gibi özel sektörün yerini almak değil, bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır. Kamu girişimleri, tüketicilerin tercihlerini dikkate almayan ve bu nedenle kaynakları etkin kullanmayan, üretimi aşırı maliyetlerle gerçekleştiren etkin olmayan girişimleridir. Buchanan’a göre devlet, herkes için en iyiyi bilen ve bu en iyiyi bizim adımıza bize uygulayan bir baba olarak tanımlanmamalıdır. Devlet insanların özgür, barış ve refah içersinde yaşaması koşullarını oluşturacak toplumsal düzenin gerekli bir öğesi olmalıdır.
Çerçevesi bu şekilde belirlenmesi gereken “devletin” kendisini iktisadi hayatta bireyler adına ve kendisini piyasa mekanizmasının yerine koyduğu durumlarda, geçmişte olduğu gibi, örneğin, 1970’lerin sonunda Keynesci iradi makro iktisat politikaları, bugün de ekonomide işsizlik ve enflasyonu çözmek yerine daha da kötüleştirmiştir. Son iki yıldır yaşanılan ekonomik krizde olduğu gibi konjonktürün hangi safhasında olduğunu değerlendirmemize yarayan verilerin gecikmeli olarak açıklanması, hiçbir müdahale olmasa kendiliğinden dengeye doğru ilerleyecek ve kendi kendini düzeltecek bazı rahatsızlıları ekonomiye yapılan bu tür müdahaleler daha da şiddetlendirmiştir. Örneğin, toplam talebi canlandırmak için merkez bankalarının parasal genişlemeye gitmesi ve kamu harcamalarını artırıcı politikalar uygulaması, hali hazırda ekonomide müsbet gelişmeler olurken, bu sefer enflasyon ve bütçe açığı gibi başka meselelere yol açmıştır. Yani, uygulanan iktisat politikalarının etkilerinin zaman içerisinde kendini göstermesi, duruma göre (Keynesci) politikalar çareden ziyade durumu şiddetlendiren sonuçlara yol açmıştır. Bu nedenle iradi politikalar yerine kurallara dayanan politikalar üzerinde durulmalıdır.
Politikacıların tekrar seçilme adına aldıkları kararların istismarlara ve iradi politikaların amaçlanmayan sonuçlar doğurmasına sebep olduğunu düşünmekteyim. Ne var ki, daha vahim bir durum da “askerle omuz omuza kalkınma politikası” stratejisidir (İyi niyetle böyle diyelim). Askerle omuz omuza “güçlü ulus” meydana getirme düşüncesi hiçbir zaman gerçekleşmemişken; eğitimden ekonomiye, dış ticaretten uluslararası ilişkilere, sivil toplum kuruluşlarının nasıl ve kimin için hareket edeceğine, yurttaşların kurban derilerini kim(lere) bağışlayacağına kadar her türlü konuyu vazife-i mukaddes gören askerlerin açıklamalar yapması ve bunun da Türkiye gündemini etkilemesi aslında iliklerimize kadar “asker öncülüğünde kalkınma ve tek parti zihniyetinin“nasıl işlediğini göstermektedir. Politikacıların davranışlarını iktisadi çerçevede izah ederken, asker(ler)in kendisini ilgilendirmeyen her alana burnunu sokmasını hiçbir çerçevede açıklayamayız. Bunu ancak “asker öncülüğünde kalkınma” başlıklı uydurma bir kavramla açıklayabiliriz. Böyle olması için iyi niyet olması gerekir, ancak son günlerde yaşanılanlar hem bizim bu kadar iyi niyetli olmamızı engellemekte, hem de onların niyetleri konusunda bizi endişelendirmektedir.
Sorulması gereken bir soru da “askerlerin kendilerini ilgilendirmeyen alana kendi istekleriyle girip girmediğidir”. Yani, sivillerin olması gereken alana birileri bilerek askerleri çağırmakta mıdır? Evet çağırmaktadır. Şu halde yapılması gereken bu kişileri toplum önünde ifşa etmektir. “Suç ve suçlu varsa bunun gereği asker tarafından yapılmalıdır” diyen CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nu buradan kınıyorum. Suç ve suçlu varsa bunun gereği mahkemelerce yerine getirilmelidir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun mahkemelerin bağımsızlığından haberi yok sanırım. 1982 Anayasasının Yargı başlıklı üçüncü bölümünde “…hiçbir organ, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı, yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları hüküm altına alınmıştır” denilmektedir. Ancak, darbelerden ve antidemokratik uygulamalardan medet uman ve yurttaşlarıyla ve değerleriyle barışık olmayan CHP ve devletçi zihniyetten başka ne bekleyebiliriz ki?
16.01.2010