Bir film düşünün: Bir otomobil. Filmin bir yerinde otomobilin sol lastiği patlıyor ve şoför inip değiştiriyor. Sansür Kurulu, burada değiştirilen lastiğin sağ lastik olması gerektiğini belirtiyor.
Âşık Veysel, küçük yaşta çiçek hastalığı salgınından dolayı gözlerini yitirmiş oldukça önemli bir şairimiz ve halk ozanımız. 1952 yılında onun hayatıyla ilgili bir belgesel film yapılmak isteniyor. Filmi yapacak olan kişi Metin Erksan, filmin adı da Karanlık Dünya’dır.
Filmin en önemli özelliği, gerçek yaşam öyküsü olmasıydı. Filmin mekânı da şairin köyüydü.
Sansür Kurulu, ilk olarak filmin adına takar. Kurul, “Dünya karanlık olmaz!” diye buyurur ve filmin ismi, “Âşık Veysel’in Hayatı” olur. Ama asıl komik olanı, başka bir sahnenin sansürlenmesidir.
Bilindiği gibi Âşık Veysel, Sivaslıdır. Filmin bazı sahneleri buğday tarlalarında çekilmiştir. Ama Sansür Kurulu, bu sahnelere itiraz eder. Gerekçe, filmdeki tarlalardaki başakların cılız ve boylarının kısa olmasıdır. Kurul, “Türk topraklarının böyle bereketsiz olamayacağı” gerekçesiyle bu sahneyi sansürler.
Yapım ekibi, Amerikan Haberler Merkezi’nden aldıkları bir görüntüyü filme eklerler. Bu görüntü, Hudson Ovası’nda çekilmiştir.
Filmin başka sansürlenen sahneleri de vardır. Örneğin daha başlangıçta koyunlar köye gelirler, kadınlar köy meydanında koyunları sağarlar. Burada koyunların memelerinin gözükmesi sahnesi, Sansür Kurulu’ndan geçmez.
***
Buradaki meramım, sansür konusunda nereden nereye geldiğimizi anlatmak değil elbet. Bu ayrı bir konu.
Asıl vurgulamak istediğim, devletin, kendi imajını önemsiyor olmasıdır. Yukarıdaki örnekte devlet, kendi vatandaşından, ulusal imaj konusunda daha dikkatli olmasını beklediğini ifade etmiş oluyor.
Vatandaşından ulusal imaj konusunda hassas olmasını bekleyen bir devletin, kendisinin de buna riayet etmesi, en doğal beklentidir aslında. Ama tarih öyle olmadığını gösteriyor: Ermeni tehciri, nüfus mübadeleleri, İstiklal Mahkemeleri, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, her on yılda bir yapılan darbeler, azınlıkların gayrimenkullerine el koyan mahkeme kararları, yeşil sermaye nitelemesi ve muhafazakâr sermayenin yurtdışına çıkması, başörtüsü yasağı, 17 bin faili meçhul cinayet, binlerce köyün boşaltılması, anlaşılmayan bir dil meselesi, kapatılan onca parti, vs. Liste uzayıp gidiyor.
***
Devlet bizde, kadir-i mutlak, yarı tanrısal bir varlık olarak algılanır, devleti yönetenler (ve hatta yönetilenler) tarafından. Yani devlet sever de, döver de, bir bakıma.
Ergenekon davasıyla başlayan ve 12 Eylül darbesinin yargılanmasıyla devam eden süreç, devleti, bu dünyaya ait bir olgu olarak algılama süreci, kanaatimce. “Devlet, sadece bizim çektiğimiz filmlerdeki imaj meselesiyle uğraşmayı bırakmalı artık, önce kendisine bakmalı” diyoruz bu davalarla aslında.
***
Metin Erksan, Hudson Ovası’ndan bir sahneyi filmine monte ederek durumu kurtarmıştı. Peki, ya devlet ne yapacak? Askeriyesiyle, yargısıyla, üniversitesiyle, bürokrasisiyle, kısaca her şeyiyle arınacak. Devlet adına devletin imajını zedeleyenleri içinde barındırmayacak. Arındıkça, korkularından sıyrılacak. Korkularının anlamsız olduğunu görecek.
Her düzeyde, bu arınmaya katkı verebilecek durumda olup da katkı vermeyenler ise “herkesin lâyık olduğu şekilde yönetileceği” evrensel ilkesini unutmayacak.
Rota Haber, 12.04.2012