16 Nisan’da gerçekleşen anayasa değişikliğinin akabinde, AKP ile MHP arasında kapsamlı bir işbirliği daha gerçekleşti ve TBMM İçtüzüğünde önemli değişiklikler yapıldı. 18 maddelik teklifin 15. maddesi, “Meclis’ten geçici çıkarma” cezasını içeren İçtüzüğün 161. maddesini yeniden düzenliyordu. Teklifin ilk hali şöyleydi:
“(3) Görüşmeler sırasında Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanına ve Başkanlık görevini yerine getiren Başkanvekiline hakarette bulunmak, sövmek veya onları tehdit etmek yahut Türkiye Cumhuriyetine veya onun Anayasa düzenine sövmek, Türk Milletinin tarihi ve ortak geçmişine yönelik hakaret ve ithamlar ile Anayasanın ilk dört maddesine aykırı beyanlarda bulunmak, Türkiye Cumhuriyetinin Anayasa ve kanunlarda düzenlenen idari yapısı ve yerleşim birimlerine ilişkin Anayasa ve kanunlara aykırı isim ve sıfatlar kullanmak…”
Milletvekillerini neredeyse ağzını açamayacak hale getiren bir teklifti bu. Mesela, “itham” hoşa gitmeyen her söz sahibinin başını belaya sokabilirdi. “İdari yapı ve yerleşim birimleri için Anayasa ve kanunlara aykırı isim ve sıfatlar kullanmak” ise, ucu bucağı olmayan bir cezalandırma yetkisine işaret ediyordu. Bu ibare lafzına uygun tatbik edildiğinde, milletvekillerinin ülke sınırları içindeki herhangi bir yerin tarihi adını kullanmaları cezalandırılmaları için yeterdi. Diyarbakır’a Diyarbekir, İstanbul’a Konstantinopolis, Elazığ’a Elaziz diyen bir vekili geçici olarak Meclis’ten çıkarmak gerekirdi. Genel Kurul’daki görüşmelerden sonra bu “itham” ve “Anayasa ve kanunlara aykırı isim ve sıfat kullanmak” ibareleri metinden çıkarıldı ve maddenin son hali şöyle oldu:
“Görüşmeler sırasında Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisine, Başkanına, Başkanlık Divanına, Başkanlık görevini yerine getiren Başkanvekiline, milletvekiline, Türk Milletinin tarihine ve ortak geçmişine, Anayasanın ilk dört maddesinde çerçevesi çizilen Anayasal düzene hakaret etmek ve sövmek, Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasada düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar yapmak…”
Teklifin 16. maddesi, bu fiilleri işleyip geçici çıkarma cezasına çarptırılan vekile uygulanacak müeyyidelere ilişkindi. Buna göre, geçici çıkarma cezası alan bir vekilin “bir aylık ödenek ve yolluğunun üçte ikisi” kesilecekti. Mevcut maaşlar dikkate alındığında bu ceza 12 bin TL’ye tekabül ediyordu. Yani İçtüzüğün 161. maddesindeki sınırları ihlal eden bir vekil — en çok üç birleşim — Meclis çalışmalarına katılamadığı gibi, 12 bin TL’lik, hatırı sayılır bir mali külfete de maruz kalacaktı.
Tarihi değerlendirme mi, tarihe hakaret mi?
Yeni düzenleme üç konuda sınırlama getiriyor: Birincisi, Türk milletinin ortak tarih ve geçmişine sövülemeyeceği ve hakaret edilemeyeceğidir. “Sövme”yi bir tarafa bırakalım ama “hakaret”i tespit etmek, neyin hakaret olup olmadığı noktasında anlaşmak son derece güçtür. Diyelim ki bir vekil, Meclis’te, 1915’de Ermenilere reva görülen muamelenin bir “tehcir” veya “mukatele” değil de bir “soykırım” olduğunu söyledi. Ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1937-1938’de Dersim’de “katliam” yaptığını ifade etti. Veya devletin 12 Eylül’den sonra başta Diyarbakır 5 No’lu olmak üzere birçok cezaevinde “insanlığa karşı suç” işlediğini belirtti.
Ne olacak bu durumda? Bu konuşmalar nasıl ele alınacak? Tarihî bir değerlendirme olarak mı, yoksa Türk milletinin ortak tarihine bir hakaret olarak mı görülecek? Hepsini geçtim; herkes için “ortak tarih” diye bir şey mümkün mü? Tarihte vuku bulan mühim hadiseler hakkında farklı kanaatlerin olması da, vekillerin tarihî olaylar hakkında farklı düşünceleri taşımaları ve seslendirmeleri de tabiidir. Vekiller tek bir yoruma mahkûm edilebilir mi? Aklın alacağı bir iş midir bu?
Darbecilerin hükmüne koruma kalkanı
İkincisi, Anayasanın ilk dört maddesidir. Tekrar anımsatmakta beis yok: 1924 ve 1961 Anayasalarında değiştirilemezlik sadece “Cumhuriyet” için öngörülmüştü. İlk dört maddenin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hale getirilmesi, 12 Eylül’ün bir icadıydı. Buna karşın darbeciler bile milletvekillerini bu konuda konuşmaktan men etmeyi akıllarına getirmemişlerdi. Nitekim değişiklikten önce 161. maddede de böyle bir kısıtlama söz konusu değildi. Maddenin eski hali şu şekildeydi:
“Görüşmeler sırasında Cumhurbaşkanına, Cumhuriyet Senatosuna, Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosu Başkanına, Millet Meclisi Başkanına, Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi Başkanlık Divanlarına, Başkanlık görevini yerine getiren Başkanvekiline hakarette bulunmak, sövmek veya onları tehdid etmek yahut Türkiye Cumhuriyeti’ne veya onun Anayasa düzenine sövmek…”
Hülâsâ, AKP – MHP ortaklığı, darbecilerin koyduğu bir hükme — hem de aradan 35 yıl geçtikten sonra — onlardan daha geniş bir koruma kalkanı getirdi ve vekillerin bir anayasa normu hakkında özgürce konuşmalarının önüne set çekti. Demokrasiye yapılacak en büyük kötülüklerden biridir bu.
Kürdistan korkusu
Üçüncüsü de Anayasada düzenlenen idari yapıdır. Yeni İçtüzüğe göre vekiller “Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasada düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar” yapamaz. Hayret etmemek elde değil. İdari yapının bir kutsallığı yok. İhtiyaçlara cevap vermediğinde idari yapı da, tanımı da değişir, değişmelidir. Vekillerin görevi de zaten, idari yapıda bir tıkanma gördüklerinde alternatif öneriler getirmek. Bunu yaptıklarında, doğal olarak, anayasada verili tanımların dışında tanımlar ve isimler kullanırlar. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakan olduğu dönemde, güçlü devletlerin eyalet sisteminden korkmalarının bir anlamı olmadığını, Türkiye’nin geçmişinde eyaletlerin bulunduğunu, şimdi de eyalet sistemine geçip eyaletleri güncel şartlara uygun olarak isimlendirebileceğini söylüyordu (https://www.youtube.com/watch?v=wzhURlrFLKA).
Tabii burada asıl gaye “Kürdistan” kelimesinin kullanılmasını engellemek. HDP’li vekiller Doğu ve Güneydoğu’dan bahsederken bazen “Kürt illeri” veya “Kürdistan” diyor. Şimdi İçtüzük eliyle, Meclis çatısı altında Kürdistan’ın telaffuzu önlenmeye çalışılıyor. Gerçekten çok hazin ve çok utanç verici bir geri adım bu. Geri adım, çünkü bakın 19 Kasım 2013’te Erdoğan, partisinin Meclis Grup Toplantısında neler diyor:
“Bu millet köksüz değildir. Bu millet reddi miras yapacak, ecdadını unutacak, ecdadına sırt çevirecek bir millet değildir. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Şurada doksan yıl, yüz yıl öncesine gidin. CHP’nin, MHP’nin yöneticileri şurada Meclis kütüphanesine gitsinler, ilk Meclis zabıtlarını, gizli celse zabıtlarını okusunlar. Milletvekilidirler, okuma hakları var, gitsinler okusunlar. Bugün MHP ve CHP neye karşı çıkıyorlarsa, orada, ilk Meclis zabıtlarında o karşı çıktıkları şeyleri görecekler. Hem de en başta Gazi Mustafa Kemal’in nutuklarında görecekler. Kürt kelimesini o Meclis’te görecekler. Gürcü, Laz, Arap, Boşnak kelimelerini o zabıtlarda görecekler. Kürdistan kelimesini o Meclis zabıtlarında görecekler. Anasır-ı İslam kavramını o zabıtlarda görecekler.
“Kendi tarihini bilmeyen, kendi tarihini okumayan karanlıktan ve cehaletten başka bir şey söylemez. Şöyle biraz daha geriye Osmanlı’ya gittikleri zaman Doğu ve Güneydoğu’nun Kürdistan Eyaleti olduğunu görecekler. Doğu Karadeniz’in Lazistan Eyaleti olduğunu görecekler. Bunlar bizim tarihimizin bize devrettiği mirastır. Bunları görmemezlikten gelemezsiniz.” (https://www.youtube.com/watch?v=1xGqJpbLDV4)
Nereden nereye?
Ya itaat et ya da sus
İçtüzük vekillere iki yol gösteriyor: Yollardan biri, bu üç konuda resmi tezlerin ve hâlihazırdaki hukuki düzenin mutlak kabulüdür. O vakit vekiller istedikleri gibi konuşabilirler. Tarihin şanlı sayfalarını gönüllerince çevirebilir, ilk dört maddeyi göklere çıkarabilir, mevcut idari sistemi her derde deva olarak sunabilirler. Diğer yol ise, vekillerin susmasıdır. Eğer vekillerin bahsi geçen mevzulara dair bir itirazları veya resmi duruşa ters düşen fikirleri varsa, onlar için en doğrusu o görüşleri kendilerine saklamalarıdır. Aksi takdirde hem maddi hem de manevi olarak yıpratılmaları kaçınılmazdır.
Şimdi düşünelim: Bir meclis var. İçinde milletvekilleri yer alıyor. Lakin o vekiller, İçtüzük marifetiyle bazı mevzulara dokunmaktan alıkonuluyor. Kamusal bir görevi icra ettiğinden dolayı herkesten daha fazla özgürlüğe sahip olması gereken vekilleri cezalandırma sopası gösterilerek suskunluğa mecbur ediliyor.
Oysa meclisleri “demokrasinin mabedi” kılan, orada her konunun vekiller tarafından serbestçe, enine boyuna müzakere edilmesidir. Eğer bir parlamenter tarihe, anayasal normlara ve idari düzene dair düşüncelerini — herhangi bir korkuya kapılmadan — konuşamayacaksa, neyi konuşacak Allah aşkına?
Unutmayalım, suspus edilmiş bir meclisten ne demokrasi çıkar, ne de kimseye hayır gelir.