Edebî eserlerin -roman, hikâye, nadiren de olsa şiir- ve hatıraların çoğu zaman bilimsel çalışmalardan daha açıklayıcı ve öğretici olduğuna kaniyim. Bu yüzden, gerek derslerimde öğrencilerime, gerekse sohbetlerimde dostlarıma edebî kitaplar tavsiye ettiğim olur.
Son okuduğum bu türden eser, aynı zamanda gerçek ve sıra dışı bir aşkın hikâyesini anlatıyor. Bir roman gibi akıcı ama aslında bir belgesel. (Orlando Figes, Haberini Alayım Yeter: Gerçek bir Gulag Aşk Hikâyesi, (çev. Nurettin Elhüseyni), YKY, 2012.) Yirmili yaşların başında Moskova’da fizik okuyan üniversite öğrencileriyken birbirine aşık olan Lev ile Sveta’nın 2. Dünya Savaşı’nda Alman-Rus çatışmasının başlamasıyla 1941’de teması kopar. Cepheye giden Lev Almanlara esir düşer. Savaşın sonuna doğru, bir arkadaşıyla Almanların elinden kaçarken, Amerikalılarla karşılaşır. Birkaç ay sonra Ruslara teslim edilir. Alman esaretindeyken Rus esirlerle Alman askerler arasında tercümanlık yaptığı için, bir Sovyet askerî mahkemesince Gulag’daki Peçora Kampı’nda 10 yıl kalma cezasına mahkûm edilir.
Lev ve Steva karşılıklı birbirine ne olduğunu merak ederken, Ağustos 1946’da, Lev’in nerede olduğunu, Lev’in Sveta’nın durumunu öğrenmek üzere bir akrabasına yazdığı bir mektuptan öğrenen Sveta’dan Lev’e bir mektup ulaşır. Bu, yıllar sürecek bir mektuplaşmanın ilk adımıdır. Sonraki yaklaşık 8,5 yıl içinde çift birbirine 1.246 mektup yazar: 647’si Lev’den Stevlana’ya, 599’u Svetlana’dan Lev’e. Resmen evli de olmayan çift birbirine aşkla, umutla bağlı kalır. Sveta çok zor şartlar altında, binlerce kilometre yol kat ederek, bazıları kaçak ve gizlice olmak üzere, birkaç defa Lev’i ziyaret eder. Lev 17 Temmuz 1954’te tahliye edilir. Hem Sovyetler Birliği’nin kötü genel şartlarıyla, hem Lev’in eski bir siyasî mahkûm olmasının yarattığı zorluklarla, hem de Sveta’nın anne ve babasının hastalıklarıyla mücadele eden çift, 27 Eylül 1955’te evliliklerini tescil ettirir. İkisi de 38 yaşındadır ve ilk tanışmadan sonra evlenmeleri 18 yıl almıştır.
Lev Gleboviç 18 Temmuz 2008’de vefat etti. Svetlana Aleksandrovna 2 Ocak 2010’da onu takip etti. Şimdi Moskova’da Golovinskiye Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar. Muhteşem bir sıraya soktukları ve hiçbirini yok etmedikleri mektuplarından oluşan emsalsiz özel arşivleri Rus Hatıralar Derneği’ne bağışlandı ve araştırmacıların hizmetine açıldı.
Kitabı geniş bir çevrenin yardımıyla hazırlayan Figes son zamanların en parlak tarihçisi. Çok şanslıyız ki, iki kitabı daha aynı yayınevi tarafından Türkçeye kazandırıldı. (Karanlıkta Fısıldaşanlar: Stalin Rusya’sında Özel Hayat ve Natasha’nın Dansı: Rus Kültür Tarihi). Figes’in bu eseri sadece mutlu sonla biten inanılmaz bir aşkı hikâye etmekle kalmıyor. Sovyetler Birliği’nde o yıllardaki hayat şartlarıyla totaliter rejimin özellikleri, çalışma biçimleri ve bunların insan karakteri üzerindeki tesirleri hakkında da çok değerli bilgiler veriyor.
Özellikle dikkatimi çeken birkaç noktaya işaret edeyim. Sovyetler Birliği ağır ideolojik bir devletti. Liderleri ülkeyi kısa sürede en büyük sanayi gücü hâline getirmeyi ve insan karakterini kökten değiştirmeyi amaçlıyordu. Gulag bunun araçlarından biriydi. Gulag, hem siyasî hem ekonomik bir fenomendi. Siyasî olarak rejimin fiilî veya muhayyel muhaliflerini ıslah veya yok etmenin aracıydı. Ekonomik olaraksa, köle işgücüne dayalı bir sistemdi. Komünist sistem tarafından malî tablo her zaman göz önünde tutularak fakat insan kaybı fazla dikkate alınmaksızın işletildi. Köle işçiler en ağır şartlar altında çalıştırıldı ve Moskova’nın meşhur metrosundan Moskova Üniversitesi’nin görkemli kampüsüne kadar birçok projeye katkıda bulundu. Lenin’le başlayan, Stalin ile zirveye ulaşan Gulag köle işgücü sistemi 1953’e varıldığında ekonomik mantığını tamamen kaybetmişti. Ayrıca, Rusya’nın dünya nazarındaki kötü şöhretine muazzam katkı sağlamaktaydı. Stalin’in ölümünden sonra yavaş yavaş tasfiye edildi.
20. Yüzyılın en büyük katili Stalin 5 Mart 1953’te öldü. Ölümü 6 Mart’ta halka duyuruldu. Diktatörler ve katiller sevilmez diye bir kural yok. Cesedi 3 gün Kızıl Meydan yakınında Sütunlar Salonu’nda katafalkta tutuldu. Muazzam kalabalıklar onu ziyaret etti, saygı duruşunda bulundu. Ülkenin her yanından gözü yaşlı insanlar Moskova’ya akın etti. Yüzlerce kişi izdihamda öldü. Kitapta olmayan bir bilgiyi vereyim: Stalin’in ölümü üzerine ülke çapında 1500 kişi üzüntüsünden intihar etti. Stalin birçok kimse için ulusun babasıydı. Ancak, Gulag’daki mahkûmlar bu ölüme sevindi. Stalin’in beklenmedik ölümü onların kurtuluş umutlarını filizlendirdi.
Sovyet Rusya’da insan karakteri, her baskıcı rejimde (ve örgütte) olduğu gibi ikiye parçalandı. Lev’in oğlu Nikita bunu kitapta şöyle ifade ediyor: ‘Erken yaştan itibaren (biri kamusal, biri özel olmak üzere) iki farklı hayatımızın olduğunu ve bunları ayrı tutarken bir şekilde birleştirmemiz gerektiğini anladım.’ Bu tüm baskıcı rejimlerde (ve ortamlarda) tezahür eden bir durumdur.
Bu ilginç aşk hikâyesini okumanızı tavsiye ederim.