Birkaç yıl önce bir dergide ilginç bir kapak manşeti görmüştüm: “Ya sosyalizm ya barbarlık”.
İngiltere ziyaretlerimden birinde de sosyalistlerin bir gösterisinde “Irkçılığa hayır; ayrımcılığa hayır; özelleştirmeye hayır” pankartının taşındığını izledim. Bunlardan bahsetmemin amacı sosyalizmin ve sosyalistlerin propaganda tekniklerini kullanma ve propaganda malzemesi (konu, kavram, mikro teori, düşman, slogan) üretme kabiliyetlerine işaret etmek. Öyle ya, düşünsenize, zıddı barbarlık ise kim sosyalizme hayır diyebilir? Özelleştirmeyi neredeyse herkesin karşı çıktığı ırkçılık ve ayrımcılıkla aynı kategoriye sokarsanız, diğer insanlara onu lanetlemekten başka bir yol kalır mı? Bu basit söylemler aslında bir propaganda dehasını sergilemekte.
Sosyalizmin teorisi ve tarihi bir bakıma bir propaganda tarihi. Sosyalist propaganda öylesine kuvvetli ki, sosyalizme karşı olduğunu sananlar bile onun tesirinde kalabilmekte. Sosyalistler ise yaptıklarını bilinçli bir propaganda aktivitesi olarak değil, kendilerince, bir vicdan borcunun ödenmesi, ideolojik sadakat gösterisi, sosyalist ideolojinin haklılık ve üstünlüğünün vurgulanması olarak gerçekleştirmekte.
BİR VEFATI PROPAGANDAYA ÇEVİRMEK
Geçtiğimiz hafta bir sosyalist entelektüel ve eylem adamı olan Nihat Sargın vefat etti ve toprağa verildi. Allah rahmet eylesin. Eminim kişisel olarak iyi bir insandı. Fedakâr bir arkadaştı. Önemli tecrübeleri olan bir insandı. Ölümü ailesi, akrabaları ve arkadaşları için bir kayıp oldu. Ancak, arkasından söylenen bazı şeyler merhumu övmekten ve anmaktan ziyade sosyalizmi yüceltmeye ve bir vefatı propaganda aracı hâline getirmeye yönelikti. Üstelik bunu yalnızca sosyalizmi her şeyiyle benimseyenler değil, sosyalizmle ilgisi olmayanlar da yaptı. Sosyalistler ise daha ileri gitti. ÖDP Başkanı Alper Taş merhumun şahsında sosyalizmi “insanlıkla” ve “insanca, insanî ve âdil bir yaşam” ile özdeşleştirdi. BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak ise Sargın üzerinden sosyalizmi “insanlık, demokrasi, eşitlik ve özgürlük” ile çakıştırdı.
Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım. Merhum Sargın’ın kamusal hayatının iki devreye ayrıldığı anlaşılıyor. İlki 1948’de TKP üyesi olmasıyla başlıyor ve 1987’de Türkiye’ye dönüşüne kadar sürüyor. Sargın bu devrede inanmış bir komünist ve enternasyonalist sosyalist çizgiye uygun olarak Türkiye’yi sosyalistleştirme mücadelesi veriyor. Yani bir yanlışın peşinde koşuyor. Bu esnada zulüm de görüyor, ama kurmaya çalıştığı sistem, mücadele ettiği sistemi mumla aratacak kadar kötü. İkinci devre 1987’den ölümüne kadar. Bu devrede sosyalist-komünist kavramını barındıran örgütlerde yöneticilik de yapmasına rağmen ortodoks sosyalizmi terk ettiği ve liberal demokrasinin genel ilkelerini benimsediği anlaşılıyor. Demokrasi için mücadele de veriyor ve yine zulüm görüyor. Bu devrelerin ilkindeki amaç ve yöntemleriyle ikincisindekiler çok farklı. Ama eski yoldaşlarının çoğu ardından sanki fikirlerinde bir değişiklik olmamış, Sargın hep ortodoks sosyalizme bağlı kalmış gibi konuştu ve onun üzerinden sosyalizmi yüceltti.
Sosyalizm nasıl bir şeydir ki, inananların gözünde eşitlik, adalet, özgürlük temel değerlerini tekeline alabilmekte. Murat Belge gibi birçok sosyalist tarafından sosyalizmden vazgeçmekle, hatta “liberal” olmakla suçlanan ve gerçekten son yıllarda liberal siyasi değer ve kurumları savunan dürüst ve cesur bir aydına “kendi hesabıma sosyalizmin insan mutluluğu için en iyi, en düzgün sistem olduğuna inanırım” dedirtebilmekte. Aslında bu bir illüzyon. Sosyalizmin özünün ve tatbikatının bu değerlerle ilgisi yok. Abartıyor muyum? Sanmam. Sosyalizmin, teorisi itibarıyla devletçi ve baskıcı bir sistem yaratmaya mecbur olduğu açık. Birey fikrini ve bireyciliği reddetmesi yüzünden hümanist olamayacağı da. Özgürlüğe de kesin olarak aykırı. Bunun ana sebebi, özel mülkiyet ile özgürlük arasındaki ilişkiyi ve özel mülkiyetin ilgasının özgürlüğün de ilgası anlamına geleceğini görememesi. Sosyalizm ekonomik olarak tam bir hayal kırıklığı olmaya mahkûm. Sadece hesaplama yapılamaz bir ekonomik modelle toplumlara makul bir refah seviyesi sağlayacak olamaması yüzünden değil, aynı zamanda, şeytanlaştırdığı liberal kapitalizmde olduğundan çok daha fazla, aşılmaz ve tahammül edilmez eşitsizlikler yaratmaya teşne olması yüzünden. Teorik tartışmayı bir tarafa bırakıp pratiğe bakalım. Birçok ülkede sosyalist siyasî, sosyal ve ekonomik düzen tesis edildi. Sonuç ne oldu? Son “Mohikan” Küba ne durumda? Küba uzun süre Sovyet sübvansiyonlarıyla ayakta kalabilen, ama açlık ve sefaletin milli standart hâline geldiği bir ülke. Bunda haksız ve yersiz Amerikan ambargosunun payı varsa da ana sorumluluk Castro ve adamlarında. Küba aynı zamanda siyasî muhalefete ve ifade, teşkilatlanma, basın ve seyahat özgürlüğüne de izin vermiyor. Venezuela’nın cömert yardımları bile ülkeyi ayakta tutmaya yetmiyor. Bu yüzden ülke kardeş (Raul) Castro’nun idaresinde reform yoluna girmeye çalışıyor. Reform dediysem, sadece ekonomik alanda. Ne mutlu Kübalılara ki artık terzilik, su tesisatçılığı, ayakkabı boyacılığı, lokantacılık gibi işleri kendi başlarına yapabilecekler. Mobilya tamirciliğiyle de uğraşabilecekler, fakat mobilya alıp satamayacaklar. Gel gör ki Kübalılar tedirgin, çünkü 1991’de de benzer izinler çıktı, sonra geri alındı. Kübalıların çoğu ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyor ve 20-30 dolarlık maaşlarla devlete çalışmaya devam ediyor. Küba Raul Castro, damadı Luis Alberto Rodriguez ve R. Castro’nun (eski savunma bakanı) kontrolündeki ordunun pençesinde kıvranıyor…
ÜZÜLMEMEK ELDE DEĞİL
Sosyalizm, ortodoks hâliyle, şimdilik, “ölü”. Dünyanın birçok yerinde, kendine sosyalist diyen pek çok kimse etiketi nostaljik olarak muhafaza ediyor ama içini sosyal demokrat, hatta kısmen liberal fikirlerle dolduruyor. Bu bizde pek olmuyor. Nedense bizde sol kolay kolay öğrenmiyor ve değişmiyor. Ama anladığım kadarıyla Nihat Sargın böyle değildi. Bunu yakın arkadaşı ve fikirdaşı Nabi Yağcı’nın yazılarından anlayabiliyoruz. Bu yüzden, tahmin ediyorum ki, merhum kendi üzerinden arkaik sosyalizm propagandası yapılmasından pek hoşnut olmazdı.
Sosyalizm bir hayat yeme makinesi. Egemen olduğu ülkelerde insanların hayatını topluca, milyonlar hâlinde, kelimenin tam anlamıyla yok ediyor. Ancak, bununla kalmıyor. Tam sosyalist olmayan ülkelerde gönlünü çeldiği insanların hayatını da, şu veya bu ölçüde, değişik şekillerde harcıyor. Onları sadece ekonomik ve siyasi olarak fiilen iflas etmekle kalmamış, insaniyete zararlı olduğu inkâr edilemez biçimde ispatlanmış makro projelerin peşinde yıllarını ve yeteneklerini hovardaca israf etmeye itiyor. Buna üzülmemek elde mi?
Zaman-Yorum, 26.11.2010