Türkiye’deki milliyetçi kesime eskiden beridir getirilen bir eleştiri, kerameti kendinden menkul bir “vatanı sevme tekeli” kurmasıdır. Bir başka deyişle, söz konusu milliyetçiler, “Türkiye’yi sevmek” gibi, aslında hemen her Türkiyeli’nin paylaştığı bir değeri sadece kendilerine has kılmakta, yani “istismar” etmektedirler.
Gelgelelim, milliyetçilere bu eleştiriyi yöneltenlerin başında gelen solcular, “acaba bizim de böyle kerameti kendinden menkul erdemlilik iddialarımız var mı” diye pek sormazlar kendilerine.
Son dönemde bu iddiaları daha bir yüksek sesle duyar olduk: Neymiş efendim, solculuk “ezilenden yana olmak” demekmiş. “Zalime karşı mazlumu savunmak” imiş. Dolayısıyla da solcu olmak için “vicdanlı” olmak yeterliymiş. (Ve her iyi Müslümana da, haliyle, “abdestli sosyalist” olmak düşüyormuş.)
Bunların hepsi yersiz şişinmelerdir. Çünkü solcular bunları derken başkaları da “biz zalimlerin tarafındayız, mazlumlardan bize ne” dememektedir. Aksine, hemen her siyasi ideoloji kendine göre iyiyi, doğruyu, adaleti ve erdemi olanı savunur. Sadece bunların tanımında farklılaşır.
Örneğin solcu söylemin en temel meselesi olan “işçi-işveren çelişkisi”ni ele alalım. Bir solcu burada sürekli olarak “ezilenleri savunduğu” iddiasındadır, çünkü her işçinin mutlaka “sömürüldüğüne” baştan karar vermiştir.
Buna karşılık bir liberal, işçilerin de hakları olduğunu teslim eder. Ancak aynı işçilerin aşırı erken yaşta emekli olmasını ya da çalışmadığı halde devlet kesesinden maaş almasını, diğer vergi mükelleflerinin “ sömürülmesi” olarak görür.
Aynı şekilde sol söylemde “parasız üniversite” talebi çok popülerdir. Oysa bir liberale göre üniversite gibi herkese nasip olmayan bir hizmeti alan öğrenci de elini taşın altına koymalı, eğer maddi durumu gerçekten kısıtlı ise “burs” alıp ilerde meslek sahibi olunca borcunu ödemelidir.
Solcular tüm bu tartışmalarda kendilerini peşinen “erdemli taraf” ilan etmekle kalmazlar; buradan kendilerine (ve özellikle “genç” yoldaşlarına) bir “taşkınlık hakkı” da çıkarırlar.
Bu yüzden, “Akepe defol” veya “sermaye defol” diyerek yumruk sallayan gençlerin eylemleri, “demokratik tepki” olmuş olur. Buna karşılık “ya Allah, bismillah, Allahu Ekber” diye yürüyen gençlerin her yaptığı, kesinlikle “faşizm”dir.
Aynı şekilde “Burhan Kuzu’yu konuşturmamak” ve bu amaçla ona yumurta yağdırmak, idealist öğrencilerin haklı öfkesinin yansımasıdır. Buna karşın “Naipul’u konuşturmamak” ve bu amaçla sadece eleştirel yazı yazmak – başka ne olacak -yine katıksız faşizmdir.
Konu solcu öğrenciler olmaya devam ettikçe, Yeni Radikal gibi sol gazetelerde şöylesi güzellemeler okursunuz:
“Öğrenciler toplumun vicdanıdır. Gündelik çıkarlara teslim olmayan katışıksız tavizsizlikleri, içten bir heyecanları vardır.”
Fakat sıra başka öğrencilere gelince, bu övgülerin yerini “endişeli modernler”in yakınmaları alır. “Türbanlı öğrenciler”, mesela, “toplumun vicdanı” değil, mahalle baskısının kaynağı oluverirler.
Tüm bunları, ne polisin solcu öğrencilere karşı kullanageldiği ölçüsüz şiddeti meşrulaştırmak, ne de diğer ideolojik taraflardaki sorunları gözardı etmek için söylüyorum.
Demek istediğim, hiçbir siyasi kampın, kendini “toplumun vicdanı” ilan edip, başka herkese erdemlilik taslayamayacağı.
Ve hiç kimseyi ne ülkeden, ne “kamusal alan”dan ne de üniversiteden kovamayacağı.
Star,22.12.2010