Türkiye, çok büyük bir dönüşüm yaşıyor. Küresel kapitalizm, Avrupa Birliği ve Anadolu burjuvazisinin dinamikleri üstünde yükselen bu dönüşüm, belki de Batılılaşma sürecinin doğal sonucu. Ancak gelinen bu aşamada, düne kadar batılılaşma taraftarı olanlar ile batılılaşma karşıtı olanların saf değiştirdiğini görüyoruz. Dolayısıyla dönüşüm reaksiyonunu da beraberinde getiriyor. Tartışmaların giderek sertleştiği bir geçiş dönemindeyiz.
Siyasetten iktisada, hukuktan kültürel alanlara yayılma istidadı gösteren tartışmalar, giderek bir kutuplaşmaya dönüşüyor. Kutuplar, bizleri kendi mağaralarına çekmek istiyorlar. Gerçek dünyada olup bitenlerden farklı, gölge bir dünyaya inanmamızı, iman etmemizi ve inanmayanlarla savaşmamızı istiyorlar. Farklılıkları siyah ve beyaza indirgiyor, ara renkleri yok etmek istiyorlar. Böylece tartışma iyi kötünün, doğru ile yanlışın savaşına dönüşüyor. İşte ideolojiler, “idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleri” olarak burada tedavüle giriyor ve kısa zamanda da yerlerini sloganlara bırakıyorlar. Cemil Meriç’in 1970’lerde soğuk savaş döneminde söyledikleri bugünkü Türkiye’ye de hitap ediyor.
“Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir, yabani bağırır medeni insan konuşur”.
Türkiye bugün de 70’lerden farklı değil, medeni insanlar gibi konuşmak giderek zorlaşıyor. Çünkü ‘bu ülke’de iktisadi gelişmeye ve dönüşüme rağmen, büyük bir “medeniyet kaybı” yaşanıyor. Bu kayıptan bütün taraflar nasibini alıyor. O halde ne yapmalı, nereye bakmalı ve nasıl bir çözüm aramalıyız?
Türkiye, III. Selim’den bu yana Batı’yı örnek alarak değişmeye ve dönüşmeye çalışıyor. Bu değişim ve dönüşümün ivmesi arttıkça kırılmalar ve tartışmalar da derinleşiyor. Bu bakımdan Türk fikir hayatının ve hatta edebiyatının bu süreç etrafında şekillendiği söylenebilir. Bu şekillenmenin giderek bir sathileşme ve birtakım semboller çevresinde bir kutuplaşmayla neticelendiği de gözlerden kaçmamaktadır. Sathileşmenin ve kutuplaşmanın Türk fikir ve edebiyat dünyasını, Batı’nın ve Doğu’nun klasiklerinden kopartması her kesimden entelektüeli rahatsız etmektedir.
İşte bu vadide Cemil Meriç müstesna bir yere yükselmektedir. Cemil Meriç insanlığın ürettiği bütün klasiklere Batı veya Doğu demeden sahip çıkar, sathileşemeye ve kutuplaşmaya prim vermez… ‘İnsani olan hiç bir şey onun yabancısı değildir’. III. Selim’den beri içinden çıkamadığımız tartışmalarda yolunu arayan herkese yardımcı olan müktesebatı fevkalade geniş, iyi niyetli ve ciddi bir hocadır, Cemil Meriç. Ondan sadece Batı’nın ve Doğu’nun klasiklerini değil, düşünmenin dil ve lügat demek olduğunu, bir savcı gibi kelime ve kavramları sorgulamadıkça hiçbir konuda hüküm veremeyeceğinizi öğrenebilirsiniz. Hükümlerinizin gerekçesiz olamayacağını, gerekçenin ise muhakemesiz olamayacağını… Sorgulayabilmek ve hüküm verebilmek için diyalogun, diyalogu sürdürebilmek için de hoşgörünün şart olduğunu da…
Cemil Meriç fikir yelpazesindeki herkese kendi Mağara’larının dışındaki dünyayı anlatır. Bu anlatımda polemik kaçınılmazdır… Lakin zaman geçtikçe Meriç’in polemiğinin sadece bir Mağara’ya karşı değil, bütün ‘Mağara’lara karşı olduğu görülecektir. Bu yüzden bu ülkede kendi ‘mağara’sının dışına çıkacak herkesin ilk karşılaşacağı kişilerden biri Cemil Meriç olacaktır, olmuştur. Bu bakımdan Cemil Meriç her öncü gibi üzerine düşeni ziyadesiyle yapmış, yolu açmış ve mağaradakilere yola çıkarmıştır. O yola çıkardıklarına nereye gideceklerini de telkin etmeyen bir yol arkadaşıdır. Adeta çağdaş bir Sokrates olan Cemil Meriç’in kendisine biçtiği misyon, en az üslubu kadar etkileyici değil mi?
‘Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin; idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim.’