Siyasetin özerk bir etkinlik alanı olarak görülmesi modern bir olgudur. Siyasetin özerkliği fikrinin temellerinin 16. yüzyılda Machiavelli ve Bodin tarafından atılmış olduğu genellikle kabul edilmektedir. Bu özerk siyasi alanın hukuk dilindeki şifresi ise “kamu hukuku”dur. Fransızların droit politique, Almanların allgemeines Staatsrecht dedikleri disiplin… Türkiye’de biz buna öteden beri “genel kamu hukuku”/“umumi amme hukuku” diyoruz.
Siyaset kendi kural ve ilkelerine uygun olarak işleyen özerk bir alan oluşturur. Siyaset farklılıkları çözüme bağlamak için herhangi bir tartışılmaz kriterin var olmadığı kamusal alanda rakip iyiler arasında tercihler yapma zorunluluğundan kaynaklanır. Bu anlamda siyaset önemli bir insan başarısıdır. Eğer yönetim tanrısal olarak yetkilendirilmiş ve konusu da böyle bir yüksek irade tarafından belirlenmiş bir görev olsa idi, o zaman politika var olmazdı. Siyaset ancak toplumu yönetme otoritesinin insanlar arasında tartışma konusu olduğu, yönetim düzenlemelerinin insan tercihinin ürünü olduğu zaman ortaya çıkar.
Belli bir anlamda “siyasetin özerkliği”nin yerleşmesine özellikle Makyavelli’nin katkısı dikkate değer. O devlet kurma ve idame ettirme sanatı olarak nitelediği siyaseti toplumsal hayatın diğer alanlarından, bu alanlara özgü kurallardan ayırır. Benedetto Croce’ye göre, Makyavelli’nin dehası onun “siyasetin kaçınılmazlık ve özerkliği”ni kabul etmesinde yatmaktadır. O kadar ki, “ahlâki iyi ve kötünün ötesinde olan” siyaset, kendisine ait karşı konulamaz yasaları bulunan ve bu dünyadan sürülmesi mümkün olmayan bir etkinliktir.
Siyaset bildik anlamda ahlâka referansla yürütülmesi mümkün olmayan kendine özgü bir iştir. Elbette kişisel ahlâkın ilkeleri tarafından yönetileceğimiz, tamamen özel bir hayat yaşamayı seçebiliriz. Ama eğer siyasi arenaya girmeye ve devleti yönetmeye kalkışırsak, o zaman kamu hayatının özel kuralların uygulanacağı apayrı bir alanına giriyoruz demektir.
Isaiah Berlin, Makyavelli’nin politikayı ahlâktan ayırmaktan çok, iki tür ahlâk arasında ayrım yaptığını söyler: Hristiyanlığın hayırseverlik, merhamet, fedakârlık ve ölümden sonraki hayata inanç gibi idealleri değerli olabilir, ama bu değerler bir siyasi toplumun kurulması ve sürdürülmesi için yeterli değildir. Eğer sivik bir ruhla aşılanmış etkin bir siyasi toplum kurmakta ciddi isek, Atina ve Roma’da yüceltilen kuvvet, cesaret, zor durumlarda tahammül, metanet ve disiplin gibi pagan dünyasının temel değerlerine dönmemiz gerekir. Machiavelli hayranı olduğu Roma Cumhuriyetine benzer ihtişamlı bir cumhuriyetin ancak bu özgül erdemlerin yardımıyla kurulabileceğine inanıyordu. Yurtseverlik duygularıyla birlikte bu erdemler bir bakıma cumhuriyetin “sivil din”ini oluşturacaktı.
Makyavelli “devlet sanatı”nın kendi doğasından kaynaklanan zorunlu yasaları bulunduğunu ve bunların bildik anlamda ahlâki kayıtlardan bağımsız olduğunu iddia ettiği, devlet kurma ve idame ettirme “yüksek” amacının “gerektiğinde” özel ahlâk ve adalet açısından onaylanamayacak olan yol ve yöntemlere başvurmayı haklı kılacağını savunduğu için, normatif bakış açısından onu “kötülüğün öğretmeni” olarak görebiliriz. O siyasetin özerkliği fikrini kötü anlamında fazla ileri götürmüş olabilir. Ne var ki, olgusal açıdan baktığımızda, Makyavelli’nin söylediği şeyin özünde çok da yanlış olmadığını teslim etmeliyiz: Modern devletin pratiği özü bakımından her yerde “hikmet-i hükümet”çi olmuştur. Bunun bugün için de gerçekçi bir gözlem olduğunu en ilgisiz olması gereken alana bakarak anlayabiliriz: İnsan haklarının “meşru” sayılan sınırlanma gerekçelerinin devletçi karakterine ve demokrasi dünyasında bile devletin bekası uğruna “olağanüstü dönemler”de insan haklarının neredeyse yok mesabesine indirilmesinin meşru sayılmasına bakarak…
“Yüce devlet”, “devletin bekası”, “devletin milleti” ve “devletin alî menfaatleri” söyleminin; “devlet politikası” ile “hükümet politikası” veya “devlet adamı” ile “siyasetçi” ayrımının siyasetin hakim kodları olarak işlev gördüğü Türkiye’de bunu anlamak hiç de zor olmasa gerek.
İronik olan şu ki, Cumhuriyetin “hikmet-i hükümeti”nden şunca zarar görmüş olan dindar-muhafazakâr kitlenin iktidara taşıdığı AKP liderliği bile kısa süre içinde aynı söylemi benimsemekte hiç de zorlanmamıştır. “İş sizin bildiğiniz gibi değil, Devleti yönetmek başka bir şey” mealindeki sözleri son yıllarda AKP’lilerden ne kadar da çok duyuyoruz. Artık devleti yönettikleri, “devletlû” oldukları için olsa gerek, bizim gibi naçiz ademoğullarının onların yapıp ettiklerinin “hikmetinden sual” edemeyeceğimizi sözleri, jestleri ve mimikleriyle ne kadar da kendilerinden emin bir şekilde gösteriyorlar!
Milliyet, 14.12.2012