Türk siyasî hayatının en önemli dönüm noktalarından birini yaşıyoruz. Nisan ayında yapılacak referandumla birlikte Cumhuriyet tarihinin en köklü reform paketi halkoylamasına sunulmuş olacak. Daha önceki referandumlardan farklı olarak bu sefer siyasî karar alma sürecini bütünüyle değiştirecek bir paketi oylayacağız.
Karar alma mekanizmasında yapılmak istenen değişikliğin bizzat iktidarın temsilcileri tarafından gündeme getirilmiş olması doğal olarak birtakım soru işaretlerine yol açıyor. Anayasa değişikliğinin daha fazla siyasî güç elde etmek amacıyla hazırlandığı iddiası muhalif kesimler tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Hal böyle olunca değişiklik paketiyle ilgili yapılan değerlendirmeler de eksik ve hatalı olabiliyor.
Türkiye’de parlamenter sistemin sürdürülebilir nitelikte olmadığını, acil bir sistem değişikliğine ihtiyaç olduğunu savunanlar yalnızca bugünkü iktidarın temsilcileri değil. Yaklaşık elli yıllık bir süreçte Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi pek çok siyasî lider tarafından bu husus sıklıkla dile getirildi. Bu isimlerin bir kısmı parlamenter sistemin istikrar sorununa dikkat çekerken, bazıları da mevcut sistemin vesayetçi müdahalelere açık olduğunu vurguladı.
Bu liderleri siyasî güç peşinde koşan birer muhteris olarak ilan etmek yerine işaret ettikleri hususlara yakından baktığımızda, ülkemizde parlamenter sistem uygulamasından kaynaklanan ciddi bir istikrar sorunu olduğunu görürüz. Nitekim 1960 ve 2002 yılları arasında 36 hükümetin değiştiği Türkiye’de, hükümetlerin ortalama görev süresi yalnızca bir buçuk yıldır. Bunun en önemli sebebi parlamenter sistemde hükümetlerin yasama organının güvensizlik oyuyla düşürülebilmesinin mümkün olmasıdır. Türk siyasî tarihine baktığımızda, iktidar partisi içindeki bazı milletvekillerinin birtakım menfaatler karşılığında muhalefetle ortak hareket ederek görevdeki hükümeti düşürmesinin pek çok örneğini görürüz. 1977 yılında yaşanan ve Güneş Motel Pazarlığı olarak anılan olay bu durumun en utanç verici örneklerinden birini oluşturmaktadır. Hükümetin doğrudan halk tarafından seçilebildiği bir sistemde ise buna benzer kirli pazarlıklar ve ittifaklar yoluyla hükümeti görev süresi bitmeden önce düşürebilmek söz konusu olmayacaktır.
Türkiye’nin kendine özgü parlamenter sistem uygulamasında ortaya çıkan tek sorun siyasî istikrarsızlık değildir. Yürütme yetkilerinin Cumhurbaşkanı ve hükümet arasında gelişigüzel dağıtılmış olmasından kaynaklanan siyasî çatışmalar, sistem değişikliğini gerekli kılan unsurlardan bir diğerini oluşturmaktadır.
Cumhurbaşkanının anayasal konumuyla ilgili olarak öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: Parlamenter sistemde esas olan yetkisiz ve sorumsuz Cumhurbaşkanı anlayışı ülkemizde hiçbir zaman geçerli olmadı. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Cumhurbaşkanlığı makamı hep siyasetin belirleyici unsurlarından biri oldu. Hatta bazı dönemlerde Cumhurbaşkanları, sembolik yetkilerin çok ötesine geçerek yürütme sorumluluğunu aslî olarak taşıyan hükümetlerin üzerinde bir vesayet makamı gibi hareket ettiler. 28 Şubat döneminde Süleyman Demirel’in Refah-Yol koalisyon hükümetine karşı benimsediği tutum, AK Parti hükümetine karşı Ahmet Necdet Sezer’in sergilediği tek kişilik muhalefet bu bakımdan oldukça öğreticidir.
Almanya, İtalya, Yunanistan gibi parlamenter sistemin esaslarına uygun biçimde yönetilen diğer ülkelerde ise siyasetin belirleyici unsuru hükümetlerdir. Yürütme yetkileri temel olarak hükümetlere aittir; Cumhurbaşkanları ise yalnızca devlet başkanlığından kaynaklanan sembolik birtakım yetkilere sahiptir. Almanya siyasetinin en güçlü figürlerinden biri olan Angela Merkel’in 2012 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde kendisi aday olmak yerine Joachim Gauck’un Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlaması bu bakımdan önemlidir. Çünkü parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde siyasî güç merkezi hükümettir, Cumhurbaşkanlığı makamı değil.
Buna karşılık; Türk anayasal düzeninde Cumhurbaşkanlığı, hükümetlerin üzerinde bir çeşit vesayet makamı olarak konumlandırılmış ve buna uygun yetkilerle donatılmıştır. Cumhurbaşkanının parlamenter sistemin ruhuna uygun olmayan geniş birtakım yetkilerle donatılması ise hükümetlerle Cumhurbaşkanları arasında ciddi birtakım siyasî krizler yaşanmasına yol açmıştır. Turgut Özal-Süleyman Demirel, Süleyman Demirel-Tansu Çiller, Ahmet Necdet Sezer-Bülent Ecevit arasında yaşanan çatışmaların ve son olarak Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu arasında yaşanan görüş ayrılığının sebebi tamamen yürütme yetkilerinin kullanılmasından kaynaklanan gerginliklerdir.
Ülke tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biri olan 2001 krizi de temel olarak yürütme yetkilerinin kullanılmasından kaynaklanan Cumhurbaşkanı-hükümet çatışmasına dayanmaktadır. Zira hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı Sezer, Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) talimat vererek Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) bankalara el koyma işlemi hakkında inceleme başlatmıştı. Başbakan Ecevit’in bu duruma tepki göstermesi üzerine 19 Şubat 2001 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ikili arasında sert bir tartışma yaşanmış ve Ecevit’in yaptığı “yönetimde kriz var” açıklamasıyla ülke büyük bir ekonomik krizin içine girmişti.
Ne yazık ki bu ve buna benzer çatışmalar yalnızca siyasî liderlerin kişilik özellikleriyle açıklanabilecek kadar basit değil. 1982 Anayasasının hazırlandığı günden bu yana yürütme yetkileri o kadar gelişigüzel bir biçimde dağıtılmış durumda ki mevcut sistemin Cumhurbaşkanı ve hükümet arasında siyasî bir krize yol açması kaçınılmaz.
Hükümetlerin yasama organı tarafından güvensizlik oyuyla düşürülebildiği, Cumhurbaşkanı ve hükümet arasındaki çatışmaların neredeyse kaçınılmaz olduğu Türkiye’ye özgü parlamenter sistem uygulamasında siyaset dışı birtakım güç odaklarının rolü de artmaktadır. Hatırlanacağı üzere, koalisyon hükümetleriyle yönetildiğimiz yıllarda TBMM içinden hangi partilerin biraraya gelerek çoğunluğu oluşturacakları hususu büyük ölçüde büyük sermaye gruplarının taleplerine göre şekillenmiştir. 28 Şubat döneminde Refah-Yol koalisyonunun yıkılması ise Genelkurmay öncülüğünde bürokrasi ve medyanın işbirliği ile şekillenmiştir. Hatta bu süreçte Doğru Yol Partili 37 milletvekilinin hükümeti düşürmek amacıyla partilerinden istifa etmelerine yol açan kampanya bizzat Doğan Medya grubu öncülüğünde yürütülmüştür.
Parlamenter sistemde hükümetlerin yasama organı tarafından güvensizlik oyuyla düşürülebilmesi, buna benzer örneklerde görüldüğü gibi, siyaset dışı aktörlerin siyasete müdahalesine zemin hazırlamaktadır. Başkanlık sisteminde ise hükümet doğrudan doğruya halkoyuyla işbaşına gelmektedir ve hükümetin kirli birtakım pazarlıklar yoluyla görev süresi bitmeden önce görevden düşürülebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla parlamenter sistemin terkedilerek başkanlık sistemine geçilmesi siyaset dışı birtakım güç odaklarının haksız müdahalelerini önleyebilmek bakımından da oldukça önemlidir.
Parlamenter sistemden kaynaklanan bir diğer sorun da karar alma sürecinin örgütlenme biçimiyle alâkalıdır. Parlamenter sistemde merkezî idare teşkilatı ayrı ayrı bakanlıklar biçiminde örgütlenmiştir. Başbakan temel olarak bakanlıklar arasındaki uyum ve işbirliğini sağlamaktan sorumludur. Cumhurbaşkanı ise devlet başkanı olmaktan kaynaklanan sembolik birtakım yetkilere sahiptir. Bu yapı içinde üst düzey kamu görevlilerinin atanması, nakli veya görevden alınabilmesi ancak müşterek kararnameler yoluyla olmaktadır. Yani kamu görevlisinin bağlı olduğu ilgili bakan atama veya nakil kararnamesini hazırlayarak Başbakana gönderecek, Başbakan bu kararnameyi imzalayarak Cumhurbaşkanına gönderecek ve nihayetinde Cumhurbaşkanı da bu kararnameyi imzalayarak Resmi Gazete’de yayımlayacak ve işlem böylelikle tamamlanmış olacaktır. Bu süreçte ilgili bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın hemfikir olması şarttır; aksi halde karar alınamayacaktır.
Tek parti hükümetlerinin söz konusu olduğu günümüz şartlarında bu görüş birliğini sağlamak daha kolay görünmektedir. Ancak Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’la bazı atamalar konusunda ciddi görüş ayrılıkları yaşandığı artık herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla tek parti hükümeti olsun veya olmasın, kamu görevlilerinin atanması, nakli veya görevden alınmasıyla ilgili konularda parlamenter sistemin öngördüğü karar alma modelinin sorunlu olduğunu kabul etmek gerekir. Başkanlık sisteminde ise tüm yürütme yetkileri tek bir elde toplanacağı için buna benzer kararlar çok daha süratle alınabilmektedir.
Parlamenter sistemde hükümetlerin yasama içinden çıkması ve yasamaya karşı sorumlu olması esastır. Bu durum hem hükümetin kuruluş sürecinde halk iradesinin doğrudan belirleyici olmadığı anlamına gelmekte; hem de hükümetlerin görev süresini yasamanın güvenine tâbi kılmaktadır. Dolayısıyla yasama organı içinden hangi hükümetin çıkacağı konusunda halkın doğrudan söz hakkı bulunmamakta ve kurulan hükümet yasama organı içindeki birtakım pazarlıkların sonucu olarak kısa bir süre içinde görevden düşürülebilmektedir. Ayrıca hükümetlerin kurulması ve düşürülmesi sürecinde siyaset dışı birtakım güç odakları etkin rol oynayarak siyasete ağırlığını koyabilmektedir. Ayrıca ülkemize özgü parlamenter sistem uygulamasında Cumhurbaşkanlığı makamı sembolik yetkilerin ötesine geçen oldukça önemli bazı kritik yetkilerle donatılmıştır. Yani ülkemizde Cumhurbaşkanı siyasetin belirleyici unsuru niteliğindedir ve bu durum yürütme yetkilerinin kullanılması konusunda hükümet ve Cumhurbaşkanı arasında bir çatışma yaşanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Öte yandan Türkiye bir yandan terör örgütleriyle mücadele etmekte, bir yandan da sınır güvenliğini sağlamaya çalışmaktadır. Böyle bir dönemde yürütmeye ait yetkilerin süratli ve etkin sonuçlar doğuracak biçimde yapılandırılması çok daha önemlidir.
Mevcut şartlar bakımından değerlendirildiğinde ülkemizde vesayetçi bir uygulamaya sahip parlamenter sistemin sürdürülebilir nitelikte olmadığını kabul etmek gerekir. AK Parti ve MHP işbirliğiyle hazırlanan anayasa değişiklik paketine ilişkin değerlendirmelerde bu hususun göz önünde bulundurulması, yapılacak değerlendirmelerin de daha sağlıklı olmasını sağlayacaktır.