Sığınmacı düşmanlığının iki şekilde boy gösterdiği öne sürülen gerekçelere bakarak söylenebilir: Doğrudan, açık olarak ve dolaylı, örtülü olarak. İlk gruba girenler hiçbir utanma duymaz ve düşündüklerini direkt söylerken ikinci gruba girenler şık -özgürlük, insan hakları ve demokrasi taraftarı- görünmek ve tavırlarını gizlemek için dolambaçlı tezlere başvuruyor.
İlk gruba girenler genellikle etnik, sosyal, kültürel, ekonomik ve dinî argümanlarla sığınmacılara karşı çıkıyor. Sığınmacıların çok farklı bir kültürden gelmeleri yüzünden Türkiye’nin kültürel ortamına ve sosyal hayatına uyum sağlayamadığını, vatandaşları rahatsız ettiğini, hatta suç makinesi gibi ortalıkta dolandığını iddia ediyor. Toplumun demografik yapısının ve etnik safiyetinin bozulduğunu, doğum oranlarının yüksek olması yüzünden bir süre sonra ülkemizin onların kontrolüne geçeceğini öne sürüyor… Bazıları, açıkça dile getirmese bile, sığınmacıların ağırlıklı olarak Müslüman olmasından rahatsız. Bunlar etnik ve dinî gerekçeleri karıştırarak bir Arap düşmanlığı yapıyor ve kendi sözleriyle, “Türkiye’nin Araplaşmasına” karşı çıktıklarını söylüyor. Ekonomik gerekçelere sığınanlar ise Türkiye’de işsizliğin çok ve genel fiyat seviyesinin yüksek olmasında sığınmacıların da bir sorumluluğunun bulunduğunu öne sürüyor…
Türkiye kadar geniş ve açık bir toplumda iddia edildiği çapta bir kültürel homojenlik var olamaz. Ülkede birbirinden epeyce farklı kültürlere sahip gruplar daha önceden de zaten vardı. Etnik homojenlik aramak da boşuna. Türkiye çok değişik kökenlerden gelen ve çoğunun geçmişinde bir şekilde ve bir dereceye kadar göçmenlik bulunan insanların ülkesi. Önemli olan kültürel ve etnik homojenlikte buluşmak değil iyi işleyen bir hukuk sistemine ve güçlü bir sivil topluma sahip olmak. Araştırmalar sığınmacılar arasındaki suç oranlarının ‘yerli’ vatandaşlar arasında olduğundan daha düşük olduğunu göstermekte. Keza özellikle Suriyeli sığınmacıların ekonomiye çok katkı yaptığı, Suriyeli çalışanlar olmasa birçok sektörde işlerin âdeta durma noktasına geleceği de işin uzmanları tarafından dile getirilmekte…
İkinci grubun argümanları biraz daha dolaylı ama sonunda ilk grubunkilerle aynı yere varmaları kaçınılmaz. Bunlar da şöyle özetlenebilir: Bir ülkenin ne kadar sığınmacı kabul edeceği siyasetin bir konusu. Toplum -referandum gibi- demokratik mekanizmalarla ne kadar sığınmacı kabul edeceğine karar verme hakkına sahip. Sığınmacılar rastgele alınmamalı, kota uygulanmalı ve herkes değil yalnızca eğitimli ve bir mesleği olanlar kabul edilmeli.
Başka alanlarda ve konularda demokratik siyasetin ve demokratik süreçlerin sonuçlarına itiraz etmekle meşhur bazı kimselerin bu ilginç çelişkisi başka bir yazının konusu. Sığınmacılık uluslararası hukuka ve temel ahlâk kodlarına göre bir insan hakkı. Bir insan hakkı demokratik de olsalar siyasi süreçlerin ve tartışmaların konusu yapılamaz. Hayatı siyasi veya dinî sebeplerle tehlikeye giren insanlar bir başka ülkeye sığınma hakkına sahip. Türkiye’nin karşılaştığı gibi acil durumlarda kota tartışmaları yapılamayacağı ve sığınmacıların meslek kıstaslarına göre elenemeyeceği de açık bir gerçek. Mesela Polonya da aynı durumda. Rusya’nın saldırısı üzerine yaklaşık altı milyon Ukraynalı ülkesinden kaçmak zorunda kaldı ve bunların yarısından fazlasını Polonya sorgusuz sualsiz kabul etti…
Son olarak her iki grup tarafından da dile getirilen ‘savaş bitti, geri dönsünler’ tezine bakalım. İddia edildiği gibi savaş bitmedi, çünkü Suriye rejiminin mantığı halkıyla savaş üzerine kurulu. Sığınmacı düşmanlarının Suriyeli göçmenlerin bu duruma düşmesine sebep olan Esad rejimi hakkında bir şey söylememeleri de tuhaf. Esad rejimi mevcut şekliyle devam ettiği sürece sığınmacıların geri dönmesi çok zor. Bu yüzden, sığınmacıların gerçekten dönmesini isteyenler bu konu üzerinde de dursalar iyi olur…
Sığınmacılar bir Türkiye gerçeğidir ve öyle olmaya da devam edecektir. Bu konuyu daha soğukkanlı ve sakin bir havada konuşmaya ihtiyacımız var.
Türkiye Gazetesi – 18.05.2022
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/atilla-yayla/627207.aspx