Önce ben kimim?
Tanıyanlar biliyor. 25 yıl üniforma taşımış, üniforma taşıdığı dönemde terörle mücadelenin içinde bizzat bulunmuş, Türkün ve Kürdün kardeşliğini savunduğu ve son dönemde ortaya çıkan milliyetçilik anlayışını eleştirdiği için, ulusalcıların bir dönem, soyunda Kürtlük var mı diye araştırma yaptıkları ancak bulamadıkları, iftira nitelikli yaftalar vurmaya çalıştıkları ama beceremedikleri, herkesin kendisini ideolojik kodlarla ifade ettiği dönemlerde kendisini ülkücü olarak tanımlamış emekli bir asker. Hâlâ ülkücü müyüm? Ülkücü (ya da bir başka) siyaset hiyerarşisi ile bir bağım ve bağlantım olmadığı halde, bir oğlunun adını Kürşad, diğerinin adını İlbey ve bir diğerininkini de Saltuk Buğra koymuş bir insan olarak, bu soruya cevaben “Hayır, değilim” desem bile ilk başta kendi nefsimi inandırmam çok zor. Buna rağmen, ülkücülük de dahil olmak üzere ülkenin bütün kutsallarını kendi uhdesinde gören iradeye karşı hâlâ ve zorla kendimi ülkücü kabul ettirmek gibi bir derdim de yok…
Niye yazdım?
Bu ülkeyi sevdiğim için yazmak zorundaydım. Cemil Meriç’in deyimiyle, “hayırla şerrin savaşında fildişi kuleye kapanarak olaya seyirci kalmamak” için yazdım. Ülkemin vatandaşları günün çetin kavgaları içinde yüzerken yıldızlara serenat besteleyecek halim yoktu. Ve bu yazıyı niye Taraf’ta yazdım?
Çünkü Taraf, bizzat kendisine yönelttiğim eleştirilere karşı, herhangi bir fikrin veya grubun sesi olmadığını, bu ülke için inandığı doğruları dile getirdiğini, yazdığım takdirde benim fikirlerime de yer verebileceğini söyledi. “Buyurun, bu sürece katkı noktasında bizde eksik gördüğünüz bir şey varsa, siz dile getirin, yazın, yayımlayalım” dedi. Yani bir nevi beni yazmaya mecbur etti… Gelelim konumuza… Farklı sıfatlarla nitelemek suretiyle adına açılım dediğimiz bir süreci tartışıyoruz. Açılımın kodları ve açılımdan murat edilen şeyin ne olduğu henüz bütün boyutlarıyla belli olmasa dahi, ortaya çıkan emareleri itibariyle toplumda geniş çaplı bir umut sancısı doğurduğu muhakkak. Görünen o ki toplumun çok önemli bir kesimi açılım başlığı adı altında devletin bir vizyon değişikliğine gitmesi hususunda hemfikir. Yani bunda bir ihtilaf yok, hatta bunu zaruret olarak görenlerin oranı bir hayli fazla. İhtilaf, daha ziyade bunun içinin doldurulması sürecinde kimlerin aktör olarak yer alacağı konusunda ortaya çıkıyor.
Bunun yanında, nasıl olursa olsun, içi ne şekilde doldurulursa doldurulsun açılım fikrine tamamen karşı olan ve hatta lügatten böyle bir kelimenin çıkarılmasını savunan gruplar da mevcut. Hal böyle olunca, geniş çaplı desteğe rağmen, bu ülkenin bir açılıma ihtiyacı olup olmadığının tespitini yapmak gibi bir abes mecburiyetle karşı karşıya kalıyoruz.
Bir ülke düşününüz ki o ülkede insanlar hayatlarını şekillendiren sistem itibariyle mutsuzdur ama kendilerini mutsuz kılan şartların ortadan kaldırılması uğrunda sistemin tamiri için herhangi bir şey yapabilme melekeleri ellerinden alınmıştır. Bir ülke düşününüz ki her gün farklı sayıda insanın bir kısım ihmaller neticesinde ölmesi ya da öldürülmesi gayet normal hale gelmiştir ve o ülkede, insanın yaşaması ve yaşatılmasından ziyade, ölmenin ve öldürmenin ne kadar şerefli bir şey olduğundan bahsedilmektedir.
Bir ülke düşününüz ki devlet, toplum sözleşmesini esas alan bir siyasi sözleşme ile oluşturulmuş siyasi bir organizasyon olmaktan ziyade, toplum sözleşmesini yok farz eden bir diyalektik üzerine oturtulmuştur ve toplumun çeşitli katmanlarında kendini ifade edememenin sıkıntısı yaşanmakta ve bu dışa vurulmaktadır. Bu dışavurma yani sıkıntıları dile getirme çabaları ise devleti yıkmaya teşebbüs olarak algılanmaktadır. Bir ülke düşününüz ki o ülkede yaşayan insanların önemli bir bölümünün siyasi tercihleri ve hayatı tanımlama biçimleri, o ülkede var olan devlet organları nezdinde ülke için tehdit veya tehlike oluşturmakta, ülke kısa vadeli ve içe dönük tehdit algılamaları ile zaman kaybetmektedir. Bir ülke düşününüz ki o ülkede Türklük, hayatı hangi kültür koduyla algılıyor olursanız olun, Türküm demeniz şartıyla bedava dağıtılan ya da Türküm demediğiniz takdirde size kanun zoruyla giydirilen bir unvan haline getirilmiştir. Ve o ülkenin diyelim ki Hakkâri ya da Şırnak şehrinde yaşayan vatandaşı Türk, aynı vatandaşın sınırın hemen güneyinde yaşayan amcaoğlu ise varlığı ile ülke için tehdit oluşturan bir Kürt kabul edilmektedir. Bosna Hersek’teki Müslüman, hayret uyandıracak boyutta devletin ilgi alanı içindedir (ki öyle olması gerekir) ama nüfusun önemli bölümünü oluşturan bir vatandaş kitlesinin akrabası olan ve Halepçe’de katledilen Kürt, aynı devletin ilgi alanı içinde değildir.
Bir ülke düşününüz ki o ülkenin bütün komşularıyla kavgalı ve sorunlu olması, üzerinde yer aldığı coğrafyadan kaynaklanan bir mecburiyet olarak kabul görmekte ve insanlar her an yok olmaya aday bir ülkenin evhamlı vatandaşları olarak doğuştan asker olmaya davet edilmektedir. Bir türlü çözülemeyen sorunlar yumağı içinde kendi insan potansiyelini dahi işbirlikçi olarak gören bir tehdit algısı ülkenin temel dinamiği haline getirilirken, siyasi, tarihî, kültürel ve ahlaki sivil dinamikler küçümsenmekte ve aşağılanmaktadır. Düşününüz ki bir ilim müessesesi olarak ülkenin temel sivil dinamiğini oluşturması gereken üniversitenin başındaki profesör dahi sivil olmaktan ziyade doğuştan asker olmakla övünmektedir. Bir ülke düşününüz ki o ülkede egemenliği kullanma yetkisi, seçilmiş organlardan ziyade seçilmişlikle ilgisi olmayan yetkili organların uhdesindedir ve adı Cumhuriyet olan bir rejimde, bu durum Anayasa hükmü haline getirilmiştir. Atatürk’ün kurduğu rejimi tasfiye etmek pahasına inşa edilen bu diyalektik, Atatürk’ün mirası diye insanlara yutturulmakta ve buna karşı gelenler Atatürk düşmanı ilan edilmektedir. Ülkeye hâkim kılınan korku felsefesi yüzünden, herhangi bir sorunu çözmeye ve yeni gelişmelere ayak uydurmaya yönelik bütün gayretler akamete uğramaktadır.
Kısacası, bir ülke düşününüz ki mazisi ile küs, bugünü ile kavgalıdır. 300 milyar dolarını dağlara taşlara gömmüş, binlerce insanını mezara göndermiştir ama bunun hangi beceriksiz politika ve uygulamaların neticesi olduğunun muhasebesini yapmamıştır ve yapamamaktadır. Bu muhasebeyi korkusuzca yapacak istidat ve kabiliyette bir insan unsuruna sahip olup olmadığı dahi tartışmalıdır.
Şu kısa örnekler ışığında dahi, bir insanın bu ülkenin bir açılıma, değişime, kabuk değiştirmeye ihtiyacı olmadığını söyleyebilmesi için, ülkenin hal ve istikbali konusunda herhangi bir kaygı taşımaması gerekir.
Bu ülkenin hiçbir tartışmaya mahal bırakmaksızın, bir değil birçok konuda açılıma gitmesi gerekirken, konu gelmiş kimilerinin terör, kimilerinin Kürt sorunu dediği sorun etrafında düğümlenmiştir. Bu açılıma karşı herkes, kendisini Türk olarak tanımlayan ve hatta bu tanımı ideolojik kodlara döken insanlardan büyük direnç beklerken, asıl ve büyük direnç DTP–PKK ekseninde ortaya çıkmıştır.Önce bir tespiti net ve kesin çizgilerle yapmakta fayda vardır. Şu anda kendisini milliyetçi ve hatta ülkücü olarak tanımlayan insanların dahi siyaset hiyerarşisi içinde olmayanlarının çok önemli bir bölümü, PKK ve Abdullah Öcalan’ın muhatap alınmaması kaydıyla bu açılım sürecini tereddütsüz desteklemektedir. Eski nesil ülkücülerin ağabeyi olarak bilinen Nevzat Köseoğlu’nun açılım konusundaki açıklamaları bu camiadaki birçok insanın hislerine tercüman olma niteliği taşımaktadır. Türk Ocakları’nın, tereddütlü de olsa konuya müspet yaklaşımı ortadadır. Aynı camianın siyaset hiyerarşisinin içinde olanlarının ise yine önemli bir bölümü, yine PKK ve Abdullah Öcalan’ın muhatap alınmaması kaydıyla bu açılıma sıcak bakmakta, ancak Türkiye’deki siyaset hiyerarşisinin kuralları gereği sesli düşünememektedir. Bunlar, doğrudan veya dolaylı olarak içinde bulunduğumuz camiada gözlemlediğimiz net verilerdir. Bu tespit, Kürtlerle Türklerin Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaşmadıklarını savunabilecek derecede şuur kaybına uğramış ulusalcı mantığın, milliyetçi camiayı yeterince tesir ve kontrolü altına alamadığının da delilidir.
Aslında bunda eski nesil milliyetçiler açısından şaşacak ve şaşırılacak bir durum yoktur. Çünkü bu ülkede herkesi Türk yapmaya ve Türk olmaya memur ve mecbur eden mantığa karşı direk veya dolaylı olarak ilk eleştiriyi getirenler, bu ülkenin milliyetçi aydınlarıdır. Dündar Taşer’in suni millet yaratma çabalarını değerlendirirken ifade ettiği “millilik ihdas edilemez, ancak tespit edilebilir” şeklindeki cümlesi ve bu minvaldeki değerlendirmeleri ortadadır. Değerlendirmelerinde, tarihî dinamikler ışığında herkesi Türk olmaya değil, Selçuklu, Osmanlı örneklerine işaret ederek Türk’ün etrafında birlik olmaya çağıran bir üslup sergilemektedir. Erol Güngör’ün diyalektiği tepeden tırnağa ahlak ve kültür kodları üzerine kuruludur. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri isimli eserinde, herkesi Türk olmaya memur ve mecbur eden Anayasa maddesini, sınırlarımız dışında kalan insanları kimlik çatısı dışında bırakmasından dolayı net cümlelerle eleştirmiştir. S. Ahmed Arvasi de, Doğu Anadolu Gerçeği isimli eserinde Kürdüm demekle bölücü olmak arasındaki farkı, ulusalcı diyalektiği de yerle bir edecek şekilde açıklamıştır. Bunun dışında tavır ve konsept geliştiren ve hatta sistemin muhafazası yönünde net tavır sergileyenlerin, 12 Eylül öncesinde “yıkılsın düzen, yaşasın devlet” sloganını niçin attıkları ve mevcut sistem eliyle bu millete giydirilmeye çalışılan elbisenin ona dar geldiği yönündeki söylemlerle neyi kast ettikleri konusunda bu millete bir açıklama yapmaları gerekir. En azından, Necdet Sevinç’in Yazarını Kurşunlatan Yazılar’ında anlattığı şekliyle, Muş yollarında doğum sancıları içinde ölen Bitlisli Sabiha Haspolat ile parası olmadığı için bedenine haciz konulan Bingöllü Kazım Ak’a umut vaat ederken kurulacağı söylenen milli devlet ile neyi kast ettiklerini hiç olmazsa kendi camialarına anlatmaları gerekir. Mevcut durum itibariyle sistemin bazı jargonlarını “milli devlet” başlığı altında savunmaya kalkanların, milli devlet zaten var ise geçmişteki milli devlet söylemi ve “milli devlet, güçlü iktidar” sloganıyla neyi ifade etmeye çalıştıklarını izah etmeleri gerekir. Çünkü bir noktadan sonra kavramların kendisi değil içlerinin nasıl doldurulduğu önemli olduğuna göre, onların vakti zamanında ortaya koyduğu milli devlet tasavvurunun böyle bir açılımın mihenk noktasını oluşturmayacağını kim garanti edebilir? Bütün bu fikirler karşısında “dün dündür, bugün bugündür” diyorlarsa, zaten buna söyleyecek bir sözümüz yoktur… Aynı süreçte en hayret verici tezahür ise DTP nezdinde ortaya çıkmıştır. Bugüne kadar, halkın oylarıyla meclise geldikleri halde kendilerinin muhatap alınmadığından ve dışlandıklarından dert yanan DTP, birdenbire kendisinin muhatap olarak alınmaması yönünde bir söylem geliştirmeye başlamış, mevcut sistemin jargonlarından aşırı etkilenmiş olmalı ki bir nevi o da Kürt tarafının yetkili organlarına durumu havale etmek gayreti içine girmiştir. Kendisini Türk olarak tanımlayan kesimin açılım sürecini desteklerken ortaya koyduğu en önemli şart olan “PKK ve Abdullah Öcalan’ın muhatap alınmaması” yönündeki hassasiyet, en canalıcı şekliyle ve tersinden DTP tarafından istismar edilmeye başlanmıştır. Bunun adı, “sürecin önünü tıkamak”tan başka bir şey olamaz.
DTP nezdinde ortaya çıkan Kürtlük bilinci ve milliyetçilik anlayışı, açılım sürecine destek sunan Türk milliyetçilerinin kültür milliyetçiliği şeklinde özetlenebilecek diyalektiğinden ziyade, Türk ulusalcılığının ya da ulusalcıların kendine esas aldığı diyalektiğe dayanmakta ve Kürt ulusalcılığını temsil etmektedir. Bu mantığın bu sürece sağlayacağı katkı, Türk ulusalcılarının sağlayacağı katkıdan bir gram fazla değildir. Hatta bunun da ötesinde, süreci tıkama konusunda sahip oldukları güç katsayısı Türk ulusalcılarınınkine nazaran daha fazladır. Bu yönüyle ve mevcut tavrıyla DTP, sürecin önünde ulusalcılardan daha büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Şurası bir gerçek. Mevcut iktidar da dahil olmak üzere, bu ülkede PKK ve Abdullah Öcalan’ı muhatap alarak sorun çözmeye kalkacak bir iradenin, toplum nezdinde ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Mevcut iktidar da bunun farkında ve şuurundadır. Böyle bir şeyin uygulamaya konması bir yana, böyle bir şeye niyetlenilmesi dahi hiç tahmin edemeyeceğimiz ve bir daha da tamir edemeyeceğimiz gelişmelere yol açabilir. Aslında bu süreçte kimse kimseyle muhataplık yaşamayacak, öyle düşünüldüğü gibi karşılıklı masa toplantıları düzenlenmeyecektir. Burada mevzuu açılımın içini doldurmaya yönelik çoksesliliktir. Bu seslilik içinde DTP’nin susması ve başka yerlerin konuşması veya konuşsa bile başka yerlerin jargonlarını kullanarak ya da başka yerlere atıfta bulunarak anlamsız söylemler geliştirmesi, süreci akamete uğratmak hususunda tek başına yeterli bir sebep olmayabilir. Ancak, eğer DTP, açılım sürecine rağmen bu üslubuna Kürtlerin önemli bir bölümünü de ortak etmeyi becerir ve onları da bu maceranın içine çekerse, sürecin tıkanması bir yana, kapımızda daha büyük bir tehlike bizi bekliyor demektir.
Bugüne kadar bu sorun, her türlü tuzak ve kışkırtmaya rağmen halk nezdinde günlük sosyal yaşama indirgenmemiş, toplum içinde bir çatışma kültürüne dönüşmemiştir. Terör neticesinde ortaya çıkan göç dalgasında dahi, Kürt Türkün olduğu istikamete doğru koşmuş ve Türk de onu bağrına basmıştır. Birkaç fevri örnek hariç sorun yaşanmamıştır. Bu yönüyle Türk tarafında önemli bir çoğunluk, açılımı sadece kendisinin değil Kürdün de huzura kavuşması adına desteklemektedir. Bu destek arzusunun Kürt tarafında karşılık bulmaması ve sürecin Kürt tarafınca engellendiği yönünde bir kanaatin yaygınlaşması durumunda, Türk tarafında bizzat halka indirgenmiş şekliyle ciddi bir sorun algısı oluşacaktır. Buna engel olmanın tek yolu, aklı fikri başında Kürt entelektüellerinin sürece dahil olması ve Kürtleri bu maceranın dışına çekmesidir. Bu açılım süreciyle eşzamanlı olarak, Kürtlerin PKK’ya baş kaldırarak DTP’yi PKK’nın kontrolü dışına çekmesi, bunun olmadığı yerde ise DTP’yi de dışlayarak bir başka oluşumu ortaya çıkarmaları bu işin olmazsa olmazı haline gelmiştir.
PKK’lılar hukuk nezdinde suçlu da olsalar, en nihayetinde bu ülkenin vatandaşlarıdır. Bu manada, devlet ve toplum nezdinde, açılım süreciyle eşzamanlı olarak bu insanların dağlardan indirilmesi ve ailelerine kavuşturulması hususunda daha merhametli ve şefkatli davranılması yönünde bir ricada bulunmak başka şeydir, bunların muhatap olarak alınmasını istemek başka. Yine aynı şekilde, sürecin önünü açacak şekilde PKK’nın ülkenin dışına çekilmesini istemek varken, dağlarında silahlı adamların dolaştığı bir devlete buna müdahale etmemesi çağrısında bulunmak abeste iştigaldir.
Toplumda açılımı hararetle destekleyen pek çok insan, PKK nezdinde böyle bir muhataplığı yaşamaktansa bölünelim daha iyi söylemi içine girebilmektedir. Türk tarafında böyle söylemlerin ortaya çıkması, sosyolojik açıdan, Kürt tarafında ortaya çıkan bölünme isteklerine nispetle daha büyük bir tehlike işaretidir. Çünkü mevcut demografik yapı itibariyle bırakalım bölünmeyi, federasyon, konfederasyon gibi modellerin dahi artık uygulanabilirliği yoktur. Yani istesek dahi bölünecek veya benzer bir model geliştirecek durumda değiliz. Böyle bir şeyi güle oynaya, karşılıklı rıza içinde yani bir nevi 70 milyonun ortak kararı çerçevesinde yapmaya kalksak bile artık olabilirliği muhaldir. Hal böyle olunca da özgür ve demokratik bir devlet ve toplum modeli içinde bu sorunu çözmekten başka çaremiz yoktur. Durum böyleyken, doğrudan böyle bir çareyi üretmeye yönelik bir sürecin Kürt tarafınca akamete uğratılmasının veya Türk tarafında, sürecin Kürt tarafınca akamete uğratıldığı yönünde bir kanaatin yaygınlaşmasının bu ülkede nelere yol açacağını, Kürt vatandaşlarımızın ferasetine ve vicdanına emanet etmekten ve de Kürt entelektüellerini muhtemel bir cinnete engel olmak üzere tekrar göreve çağırmaktan başka çaremiz bulunmamaktadır.
Taraf, 08.10.2009