Algılar ile olgular her zaman birbirini tutmayabilir. Sabancı Üniversitesi öğretim üyeleri Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ve Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu tarafından yapılan ‘Türkiye’de Toplumsal Eşitsizlik’ raporunda ‘Kendinizi hak ettiğinizden azına razı olmak zorunda bırakılmış hissettiniz mi?’ sorusuna Türkçe ve Kürtçe cevap verenler arasında anlamlı fark olmadığı ortaya çıkmıştı.
Deneklerin verdikleri cevaplara bakıldığında ayrımcılığa uğramasalar bile ayrımcılığın çok yaygın bir durum olduğunu düşündükleri anlaşılıyor.
İnsanlar, çevrelerindeki eylem ve söylemleri farklı ölçütlerle değerlendirmektedir. Fakat bu ölçütler sanıldığı kadar derin bir içeriğe sahip olmayabilir. Bireyler, içinde bulundukları sosyal-siyasal-kültürel çevreye ve eğitim düzeylerine göre tepkiler vermektedir. Bazen bu tepkiler, gerçeklikler yerine yeniden inşa edilmiş bir tarih algısına da dayanabilir.
Çocukluk yıllarımızda TV karşısında siyasi liderleri izlerken aynı sözleri farklı üsluplarla söyleyen liderlere karşı bazen sevecen ve tasdikler tutum takınan büyüklerimizin bazılarına tepki gösterip hakaret ettiklerini görmek çok tuhaftı.
Zamanla bizlerin de önyargıları oluştu. Sokakta, okulda, işte hepimiz kendi yargılarımızı inşa ettik ve dünyayı bu gözlerle yorumladık. Alevi olduğu için solcu ve CHP’li olmak zorunda olduğunu düşünen bir ailede büyürken önyargılarımız ona göre şekilleniyordu. O günlerde hepimizin en nefret ettiği figür Turgut Özal’dı. Lise sıralarında çok sevdiğim bir arkadaşımın “Özal’a bu kadar kızıyorsun ama bu adam, bu ülkenin önünü açıyor” dediğinde kendime hakaret edilmiş gibi hissetmiştim. Daha sonraları çevremizdeki pek çok ailenin bizimle aynı şartlar içinde olmalarına rağmen koyu Özal taraftarı olduklarını fark ettiğimde bir şeyleri gözden kaçırdığımı düşünmeye başlamıştım. 1993’te Özal şüpheli bir şekilde hayatını kaybettiğinde cenazesine katılan milyonları izlerken şaşkınlık geçirmiştim. Yine hain bir suikasta kurban giden Uğur Mumcu’nun cenaze töreninde sesimizi irticaya karşı yükseltme ve beraberinde Özal’ın cenazesini gölgede bırakma heyecanı ile yollara döküldüğümüzü hatırlıyorum.
Doksanlı yıllardaki gelişmelere paralel Aleviler üzerinde Kemalist-laik ve bazı milliyetçi çevreler yeni politikalar ürettiler. O yıllarda ülkücülerin ve Türkeş’in Alevilerdeki olumsuz imajı çok netti. Yükselen irtica tehdidi ve Kürt eksenli terör hareketi karşısında oluşan tepki kullanılarak Alevilere yeni roller biçiliyordu. Alevilerin 27 Mayıs’tan bu yana sol-Kemalist çevrelerle yakınlığı açısından laik cepheye geçmelerinin pek yadırganır bir tarafı yoktu. Ancak Milliyetçi Hareket içinde Alevilerin boy göstermesi çok şaşırtıcı bir durumdu.
12 Eylül öncesi sağ-sol mücadelesi adı altında Alevilere karşı yapılan saldırılarda rol oynayan ülkücülerin Alevilerle bir araya gelmesi ilginçti. Milliyetçi Hareket’in lideri Alparslan Türkeş’e atfedilen “Her ilde ya başkan ya da başkan yardımcılarından birisi Alevi olacak” sözü, Aleviler arasında efsane gibi dolaştırılıyordu. Öyle ki bazı ülkücüler daha ileri giderek “Dünyada tek bir Türk devleti kalmasa bile Aleviler oldukça Türklük ölmez” gibi uçuk savlar ileri sürüyorlardı.
Milliyetçi Hareket, yükselen terör ortamında Kürt sorununu kullanarak Alevilerle geçmişteki husumetleri hiç yaşanmamış sayarken; Alevilere yönelik şiddetin kaynağının geçmişte milliyetçilik değil, irtica ve tabii ki onun doğal uzantısı olarak İslamcı hareketlerin olduğu vehmini işliyordu. 12 Eylül öncesi İslami hareketlerin şiddet hareketleri içerisinde çok fazla yer almadıkları bilinmektedir. Ancak milliyetçilerin kendilerine destek için İslami motifleri sonuna kadar kullandıklarını tarih açıkça not etmiştir. Milliyetçi çevreler Aleviliğin Türk köklerini vurgularken, el altından Kemalist çevrelerle birlikte Kürtlerin Sünni-Şafiliği üzerinden politikalar üretildi. Alevilik üzerindeki bu milliyetçi oyunlar (özellikle Erzincan, Erzurum gibi) bazı bölgelerdeki Kürt kökenli Alevilerin etnisitelerini inkârla sonuçlanırken, bazı bölgelerde ise tersi oldu.
Ancak Alevilik üzerindeki bu etnisite kavgası farkında olmadan ya da bilerek milliyetçi ve özünde İslamofobi taşıyan bir etki oluşturdu. ‘Kürtler Şafi’dir ve Alevi düşmanıdır’ söylemi halk katında kullanıldı ve hâlâ bazı Alevi çevreler tarafından bugün bile kullanılmaktadır.
Fakat burada İslami kesimlerin 12 Eylül öncesi mukaddes milliyetçiliğinin söylem ve eylemlerinin üzerlerinde kalmasına neden göz yumdukları sorgulanmalıdır. İslami kesimler belki de Alevilere karşı duydukları geleneksel önyargılar nedeniyle ortaya çıkan yanılsamayı fazla önemsemediler ve kendi üzerlerinden oynanan irtica oyununa farkında olmadan teslim oldular. Tabii bugün İslami hareket içerisinde yer alan pek çok ismin bir zamanlar Türk-İslam ülküsü için mücadele ettiği gerçeğini de unutmamak gerekir.
Alevilerin bilinçaltında taşıdıkları korkularının farklı odaklar tarafından bu şekilde kullanılması Sünnilik korkusu etrafında bir İslam karşıtlığına zemin hazırladı. Bugün Ergenekon sürecinde yaşananlardan anlaşıldığı kadarıyla söylemin yetmediğini düşünen derin odaklar siyasi cinayetlerin yanında Sivas katliamı, Gazi Mahallesi ve Ümraniye gibi büyük provokasyonlar ile süreci tamamladılar. Bu süreçte Refah Partili siyasetçilerin siyasi hataları örn. Karacaahmet Cemevi inşaatının yıkılmak istenmesi, Susurluk sürecinde Şevket Kazan’ın “Mum söndü oynuyorlar” benzetmesi Alevilerdeki Sünni-İslam fobisini derinleştirdi.
İslami kesimde bu derin oyunu ilk fark edenlerden biri Fethullah Gülen oldu. Lise dönemimde ‘Nur Cemaati’ndeki dönüşümü yakından görme imkânı buldum. İlk yıllarda ‘Nur Cemaati’nden çocuklar klasik söylemlerle Aleviliği dinsizlikle suçlarken, birkaç yıl sonra “Aleviler de Müslüman’dır” aşamasına geçmişlerdi. Bu söylem değişikliğine, o sıralarda tüm cemaat evlerinde gezen Fethullah Gülen’e ait bir vaaz kasetinin sebep olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Daha geçen yıla kadar benden sırf Alevi olduğum için hoşlanmayan arkadaşlarım, artık benimle daha iyi geçinmeye çalışıyordu. Ancak İslami çevrelerde Aleviliği tanıma ve anlama konusundaki hassasiyetin son zamanlara kadar istenen düzeye gelmemesi, oynanan oyunların başarılı olmasına büyük katkı sağlamıştır. Bugün Mazlum-Der, Alevilere yönelik ayrımcılığa karşı açıkça mücadele etmesine rağmen sırf İslami tonu yüzünden Aleviler tarafından şüphe ile karşılanmaktadır.
ALEVİ BİLİNÇ ALTINDA HER SÖYLEM MARAŞLARLA SİVASLARLA ÖZDEŞLEŞMİŞ DURUMDA
Aleviler uzun yıllardır Kürtlük, milliyetçilik, laiklik vb. meselelerde dinî korkuları kullanılarak yönlendirilmeye çalışıldı. Bu yönlendirmeler, geçmişte yaşanan acı olayların hatıraları ve tarihî gerçeklerden kopuk anakronik tarih anlatımları Alevilerin İslam’a ve İslami söylemlere bakışını olumsuz etkiledi. Aleviler yıllardır korkuları ile yönlendirilmeye çalışılıyor. Bu korkunun yersiz olduğunu düşünmek yerine sebeplerin kavranarak etkisinin ortadan kaldırılması için samimiyetle mücadele etmek gerekiyor. Bu olumsuz etkiyi açıkça aile çevremde bile görmekteyim. Örneğin çok dindar bir kadın olan annemle, kendini ateist olarak tanımlayan çok yakın bir aile büyüğümüzün MHP’nin söylemini normal görürken AK Parti’nin ve Başbakan’ın söylemlerinden aşırı derecede rahatsızlık duyduklarını gözlemekteyim. Temelde pek çok meselede Başbakan’ın yanlış söylediğini düşündüklerinden değil, söylemlerine sinen İslami duyarlılık kendilerini rahatsız ediyor. Maalesef Alevilerin bilinçaltlarında ister dindar olsunlar isterse inançsız, İslami söylem Maraşlarla, Sivaslarla özdeşleşmiş durumda.
İslami çevreler Alevi açılımı vesilesi ile Alevilerle yakaladıkları barışma şansını iyi kullanmalı ve hükümetin ayağına bağ olmak yerine destek vermelidir. Sırf Aleviler karşı diye yıllardır kendilerine zulmeden düzenin kurumlarına sahip çıkmak yerine birlikte ortak bir sinerji yaratarak daha demokratik ve insan haklarına saygılı inanç özgürlüğünün herkes için garanti altına alındığı laik bir düzenin kurulması için birlikte mücadele verilmesi gerekiyor.
Zaman, 10.08.2010