Çok partili hayata 1946’da geçtiğimizi sananların tarih algısı, besbelli ki ‘cumhuriyet’le sınırlı. Cumhuriyetten önce de siyasî partilerin olduğunu ve seçimlerin yapıldığını ya bilmiyor yahut bilmezden geliyorlar.
Siyasî tarihimizin ilk seçimi 1876’da, birden çok partinin katıldığı ilk seçim ise 1908’de yapıldı. İnkıtaya uğrasa da, bir asrı geçkin bir seçim ve siyasî parti kültürümüz var.
1876-1946 arasında yapılan bütün seçimler iki dereceli idi. Müntehib-i evvel adı verilen ilk seçmenler (oy verme salâhiyetine sahip vatandaşlar), bir ‘seçici kurul’ mantığıyla çalışan müntehib-i sânileri seçiyor, müntehib-i sâni adı verilen ikinci seçmenler ise milletvekillerini belirliyordu.
Seçenle seçilen arasındaki ara kademeyi ortadan kaldıran 1946 seçimleri, aynı zamanda Cumhuriyetin ilk çok partili seçim tecrübesiydi de. Çiçeği burnundaki muhalefet partilerinin yeterli zaman ve propaganda imkânı bulamadığı bu baskın seçimde açık oy, gizli tasnif gibi ayyûka varan hukuksuzluklar yaşandı. CHP’nin zaferiyle sonuçlanan bu seçim, sandık tarihimizin en (ve muhtemelen tek) kirli seçimidir.
Aynı pespayeliğin tekrarlanmaması için YSK kuruldu ve seçimler yargı güvencesine alındı. Sandık güvenliğini sağlamak için alınan tedbirler yanında, seçmenlerin sandığa gösterdiği teveccüh ve bunun sağladığı otokontrol sayesinde seçim müessesesi ülkemizde oturmuş durumda ki, terörün ve 28 Şubat’ın en kesif günlerinde dahi uluslararası standartlarda seçimler yapabildik.
Seçim güvenliği ile ilgili sıkıntılar, genellikle mevziî ve sonuçları etkilemeyecek boyutta oluyor. Esas sorun ise seçimden sonra, seçim sonuçlarına hürmet ve riayette yaşanıyor. 28 Şubat döneminde iktidarın Erbakan’a teslim edilmemesi, bunun bir bariz bir örneği idi. Seçilmiş belediye başkanlarının istifaya zorlanması ise birkaç yıl önce yaşanan daha küçük bir örneği. Şiddeti ve boyutu azalsa da, aynı sıkıntıyı yaşamaya devam ediyoruz.
Meydan siyaseti
İletişim imkânlarının hem kısıtlı, hem de devlet (hükümet) tekelinde yahut sıkı kontrolünde olduğu dönemlerde, muhalefetin halka ulaşmasının tek ve en iyi yolu şehir şehir, meydan meydan gezmekti. Siyasetçiler meydanları doldurabildikleri ölçüde güçlü ve iktidar namzediydiler.
Arkasındaki halk desteğini göstermek yahut tahkim etmek isteyen iktidar sahipleri de aynı yolu seçince, meydanlar iktidarla muhalefetin gövde gösterisi yaptığı yerler olarak temayüz etti. Zamanla bu siyasî kültürümüze yerleşti ve bir gelenek hâlini aldı.
Demokrasi ve mahallî idareler
Seçimler elbette her şey demek değil, ama demokrasinin giriş kapısı. O olmadan, seçimleri önemsemeden yahut sonuçlarına burun kıvırarak demokratlık iddiasında bulunulamaz. Bir seçimin sonucunu, ancak başka bir seçim değiştirir veyahut bozar.
Bir tek (merkezî) hükümet ve TBMM var. Buna mukabil belediye başkanlıklarının sayısı binleri, belediye meclis üyelikleri sayısı ise onbinleri buluyor.
Güç dağılımına daha fazla imkân tanıyan bu yapı sayesinde küçük partiler mahallî idare seçimlerinde daha iddialı hâle geliyor, iktidar partisi ise genellikle oy kaybediyor. Mamafih, ülke barajının olmayışı bu eğilimi güçlendiriyor.
İstatistiklerin de teyid ettiği bu eğilimin bu seçimde de tekrarlanacağını ve iktidar partisinin oy kaybedeceğini düşünüyorum. Lâkin bu yazının amacı bir seçim öngörüsü koymaktan ziyade, seçimden önce son bir kayıt düşmek.
Beka meselesi
Her seçim önemli, fakat aynı derecede hayatî değil. Hayatî seçimler sadece siyasî tabloyu değil, ülkenin güzergâhını değiştiriyor. 2007 seçimleri böyleydi meselâ.
Parlamento çoğunluğunun cumhurbaşkanı seçme yeterliliğinin sorgulandığı, vesayetin tavan yaptığı, siyasetin askerî ve bürokratik makamlarca hacir altına alındığı bir dönemdi. Ya bu çemberi kıracak veya daha koyu bir vesayet altında yaşamaya devam edecektik. 2007 seçimlerine bu şartlar altında gittik.
Seçimler bu kör düğümü çözmekle kalmadı, her seferinde büyük bir kriz ve gerilime sebep olan cumhurbaşkanı seçimini bir sorun olmaktan çıkaracak yeni bir yapı ortaya koydu. 22 Temmuz 2007 seçimleri, sivil otoritenin ve siyasetin güçlendiği yeni bir dönemin kapısını araladı. Seçimler başka türlü sonuçlansa idi, bugün çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık. Elbette olumsuz mânâda.
Beka yerine kader seçimi demeyi daha münasip bulduğum bir diğer seçim, 2014 yılı Mart’ında yapılan mahallî idareler genel seçimi. FETÖ’nün darbeye gerek kalmadan ülkeyi teslim alma planı, 17/25 Aralık operasyonlarının gölgesinde yapılan bu seçimle püskürtüldü. Meseleye yolsuzluk yahut siyasî rakibini alt etme penceresinden bakanlar fena halde yanılıyorlar. Operasyonun başarısı seçim sonuçlarıyla tescillense idi muhtemelen Erdoğan gidecek, fakat yerine kim ve hangi parti gelirse gelsin FETÖ’nün kuklası olacaktı.
Şantaj amaçlı ses ve görüntü kayıtlarının siyaseti dizayn etmek, siyasetçileri yola getirmek ve -Baykal örneğinde olduğu gibi- icabında saf dışı bırakmak için kullanılacağı genel-geçer bir yol olmasının önüne 30 Mart 2014 seçimleriyle geçildi.
Ne 2007, ne 2010, ne 2017 halk oylamaları, ne de diğer seçimler. Bana göre hiçbiri Türkiye’nin kaderinde 22 Temmuz 2007 ve 30 Mart 2014 seçimleri kadar tayin edici rol oynamadı. Bir beka meselesi değildi belki; fakat nasıl bir ülkede yaşayacağımızı belirlemede hiçbir seçim bu ikisi kadar önemli olmadı, olamadı. İyi ki de olamadı!… Beka veya kader anlarının çokluğu, bir ülkenin gücünü değil, güçsüzlüğünü gösterir, son çırpınışını ifade eder çünkü.
31 Mart, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi bir beka seçimi değil. Lâkin muhaliflerinin iddia ettiği gibi, köprüden önceki son çıkış veya katılacağımız son seçimler de değil. Her seçim gibi ve her seçim kadar önemli.
Gidelim ve gönlümüzce kullanalım oyumuzu. Bütün siyasî partilere ve adaylara başarılar diliyorum. Hepimize hayırlı olsun.