Akil İnsanlar Heyeti’nin Başbakan Ahmet Davutoğlu ile yaptığı toplantıda üzerinde en çok durulan konu, Kobani protestoları sonrası meydana gelen olaylar ve bunun Çözüm Süreci’ne etkileriydi. Başbakan meseleye dair ayrıntı bilgileri heyet üyeleriyle paylaştı. Heyet üyeleri ise, hükümetin Kobani politikasına ve yaşananlara ilişkin düşünce, eleştiri ve endişelerini dile getirirdiler. Sürecin özünü zedelemek Kobani, süreçte güçlü bir kırılma yarattı. Çünkü halkın Çözüm Süreci’ne destek vermesini sağlayan en önemli unsur, çatışmaların ve ölümlerin olmamasıydı. Süreçle birlikte silahların sustuğunu, ölümlerin durduğunu ve bir huzur ikliminin oluştuğunu gören halk, sürecin arkasında durdu. Sürecin taraflarına -çoğu tamamen haksız bir şekilde- çok sert eleştiriler yöneltildi, ama onlar bu halk desteği sayesinde tüm eleştirileri göğüslediler ve aşabildiler. Kobani olayları, bu tabloyu bütünüyle baş aşağı çevirdi. Kör bir şiddet sokağı esir aldı, kan donduran sahnelere tanık olundu ve insanlar katledildi. Hem Batı’da hem Doğu’da farklı kesimler karşı karşıya geldi, bastırılmış nefretler ve birikmiş bir çatışma enerjisi açığa çıktı. İnsanların hafızlarından silmek istediği görüntüler geri döndü. Bu itibarla, Etyen Mahçupyan’ın deyimle, Kobani protestoları “sürecin özünü zedeledi.” Zedelenme iki yönlü oldu: Bir yandan, çatışmaların ve ölümlerin yokluğu üzerinden meşruiyet devşiren bir süreç, şehirlerin savaş alanına çevrilmesi ve 40 kişinin hayatını kaybetmesiyle meşruiyet dayanaklarından yoksun kaldı. Diğer yandan ise, süreç ile birlikte tarafların sahiplendiği bir zemin oluştu. İki taraf arasında ortak bir duruş vardı. Kobani, bu ortak zemine ve duruşa zarar verdiği için tehlikeli ve sürecin geleceği açısından endişe vericiydi. Son düzlüğe girilirken Başbakan Davutoğlu, gerek kamuoyuna açık konuşmasında ve gerek akil insan heyeti üyeleriyle yaptığı toplantıda, Kobani olaylarını hükümetin nasıl değerlendirdiğini izah etti. Öne çıkan üç nokta vardı: 1) Davutoğlu, sürecin geldiği aşamaya uygun olarak kademelendirilmiş ve sıralandırılmış bir yol haritasının 3 Eylül’de hükümet tarafından hazırlandığını belirtti. Önce İmralı’da Öcalan ile görüşülmüş bu yol haritası. Öcalan, yüzde 100 mutabık olduğunu söylemiş. Ardından HDP heyeti, yol haritasını Kandil’de PKK yöneticilerine götürmüşler. Kandil de, buna herhangi bir itirazlarının olmadığını ifade etmiş. HDP heyeti Kandil’den dönünce ilk olarak Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Âlâ ile görüşmüş. Akabinde Başbakan Davutoğlu ile bir araya gelen heyet, ona da İmralı ve Kandil’de bir sorun olmadığı bilgisini vermiş. Yol haritasının uygulanmasının öncelikli şartı ise, PKK’nin Türkiye’deki bütün illegal faaliyetlerini durdurmasıymış. Buna göre PKK, 15 Ekim’e kadar yol kesme, adam kaçırma, şantiye basma, okul yakma, vb. bütün hukuk-dışı eylemlerine son verecekmiş. PKK’nin bu kesin karar ve taahhüdüne rağmen 6-7 Ekim’in yaşanmasına neden olan birçok faktör olabilir. (Bazı dış odakların Kandil’e tesir etmesi, tıpkı Gezi ve 17 Aralık’tan sonra olduğu gibi Kobani nedeniyle hükümetin geleceğine dair Kandil’in zihninde şüphe oluşması, vb.) Ama sebep ne olursa olsun, sürecin son düzlüğe girmesini sağlayacak olan mutabakata sadık kalınmaması, hem düzlüğe girmeyi geciktirdi, hem de sürecin arkasındaki motivasyonu ve iradeyi eksiltti. 2) Davutoğlu’na göre, son olayları “halkın öfkesi” veya “gençliğin patlaması” şeklinde nitelemek ve buna kendilerinin inanmasını beklemek, “zekâlarıyla dalga geçmekti.” Hükümet, sosyolojik ve siyasi bir tahlil yapılmış ve olayların ardında merkezi bir aklın olduğu sonucuna varmıştı. Bu merkezi akıl son derece planlı ve programlı bir şekilde hareket etmiş ve göstericileri belli hedeflere yöneltmişti. Başlıca üç mesaj verilmek istenmişti: a. Devleti temsil eden binalara saldırılmasındaki maksat, “Devlet otoritesini tanımıyoruz, devlet yok biz varım” mesajı vermekti. b. HDP’li olmayan esnafın ve işverenlerin dükkânları yakılıp yıkılmasının anlamı, kendilerinden olmayana yaşama şansı tanınmayacağıydı. c. AKP ve HÜDAPAR’ın parti binaları hedef alınarak da “Burada siyaseti sadece biz yaparız, başkalarına siyaset yapma hakkı tanımayız” denmek istenmişti. Kamu düzeninin hayatiyeti 3) Bu manzara hükümeti, süreç hakkında yeni bir değerlendirme yapmaya ve tutum almaya zorladı. Davutoğlu, toplantıda kamu düzeninin hayati bir nitelik arz ettiğinin altını çizdi. Süreçte bir sonraki aşamaya geçilmesi için öncelikle kamu düzeninin sağlanması gerektiğini belirtti. Başbakan, 6-7 Ekim’den sonra partisinin bölge milletvekilleri ve belediye başkanlarıyla görüşmeler yapmış, bölgedeki sivil toplum kuruluşlarından ve vatandaşlardan çok sayıda mektup almıştı. Hemen hepsinde yakınılan noktalar ortaktı: “PKK, süreci bir iktidar aracı olarak kullanmış, hâkimiyet sahasını sürekli genişletmiş ve kendisine yakın olanların dışındaki herkesi baskı altına almıştı. Kürtler arasındaki çoğulculuk ortadan kaldırılmış, PKK kurduğu yapılarla gücünü artırmış, PKK dışı Kürtler savunmasız kalmıştı.” Davutoğlu’na göre, vatandaşın bu düşünceleri göz ardı edilemezdi. Böylesine korku ve kaygı içeren düşünceler çoğaldığında, Kürtler arasında da sürece dönük şüpheler artar, sürece duyulan güven azalırdı. Bu tehlike bertaraf edilmeliydi; bunun için de artık halkın endişelerini büyütecek hiçbir faaliyete müsamaha edilmeyecekti. Süreç kamu düzenine bağlıydı; eğer kamu düzeni bütünüyle teminat altına alınırsa süreçte beklenen diğer adımların atılmasında herhangi bir sorun çıkmayacaktı. Kalıcı olan ve arızî olan Şüphesiz ki gerek taraflar ve gerek toplum, süreç içinde birtakım krizler bekliyorlardı. Sorun şu ki, Kobani olaylarıyla ortaya çıkan krizin boyutu çok büyük oldu. Krizin büyüklüğü, süreçte bir psikolojik gerilemeye yol açtı. Bunu hem sürecin taraflarında, hem de toplumda gözlemlemek mümkün. Dolayısıyla ivedilikle, psikolojik gerilemeyi durdurmanın ve krizin üzerine çıkmanın yolları bulunmalı. Bu bağlamda üç şey yapılabilir: 1) Dolmabahçe’deki toplantıda, Akil İnsanlar Heyeti’nin bazı üyeleri aşırı karamsar bir ruh hali içindeydiler. Buna mukabil Davutoğlu, onların resmettiği kadar olumsuz bir noktada olunmadığını söyledi ve bir nevi onları teskin etti. Davutoğlu, sürece yaklaşımını “nehir” metaforu ile anlattı. Süreçte nehrin yarısı geçilmişti. 6-7 Ekim’de kendilerini alabora edecek büyüklükte sert bir dalga ile karşılaşmışlardı. Ancak bunun da üstesinden gelinmiş ve yola devam edilmişti. Bence de doğru bakış açısı buydu. Çünkü sabır, kararlılık ve irade gerektiren bir maratondayız, kısa bir koşuda değil. Bu nedenle sürece uzun soluklu bir mücadele olarak bakılmalı ve değerlendirmeler de ona göre yapılmalı. Süreçte kalıcı olan ile arızî olan birbirinden ayrılmalı. Evet, 6-7 Ekim’de işin özünü sakatlayan bir hadise yaşandı. Ama salt buna odaklanarak aşırı bir karamsarlığa kapılmamalı, sürecin kapısı kapatılmamalı. Aşırı karamsarlık arızîdir. Karamsar olunursa, süreç yürütülemez. An’a/yaşanana teslim olunmamalı. Siyaseti güçlü tutmak 2) Yaşananlardan ahlaken ve siyaseten HDP’nin sorumlu olduğu, bence de tartışma götürmez. Elbette bunun HDP’ye siyasi bir maliyeti olacaktır. Kanımca HDP’ye siyasi açıdan büyük bir zarar gördü. HDP; Kürt orta sınıflar, HDP’ye oy verenlerin dışındaki Kürt dindarlar/mütedeyyinler ve Türkiye’nin Batı’sında ilişki kurmak istediği kesimler nezdinde önemli bir güç kaybına uğradı. Elbette HDP olaylardaki sorumluluğunu araştırmalı, olaylardan ders çıkarmalı ve eleştirilmelidir. Yalnız burada bir hususa dikkat edilmeli. Sürekli dehşet görüntüleri yayımlamak, ölümlerden bir tek HDP’yi sorumlu tutmak ve bunun üzerinden HDP’yi hırpalamak da tehlikelidir. İki bakımdan: a. HDP’yi küçültmek ve onun gücünü kırmak, siyasetin alanını daraltır. Bu da şiddetin ve şiddete başvuranların prim yapmasını sağlar. Siyasetin boşalttığı alanı her zaman şiddet doldurur. Keza, tek yanlı HDP eleştirileri, sürekli HDP’ye vurulması, bu partiyi Türkiye kamuoyunda onu güvenilmez ve iş yapılamaz bir konuma düşürür. Bunların sürece bir katkısı olmaz. b. Olayların sürekli gündemde tutulması, provokasyonlara açık bir durum oluşturur, kin ve intikam duygularının diri tutar ve bilhassa HÜDA-PAR ile HDP arasında sorun çözücü bir zeminin oluşmasını da engeller. Bundan kaçınmak, ortamı soğutmak ve siyaseti öne çıkarmak lazım. Hızlı ve planlı 3) Şükrü Hanioğlu, Türkiye’nin modernleşme tarihini bir tür “geç kalmanın/gecikmenin tarihi” olarak niteler. Gecikmeden kasıt, bir tedbirin vaktinde alınmaması, gecikerek alınması ve alındığında da artık ondan beklenen faydaları doğurmamasıdır. Bugün Türkiye’nin Kürt meselesinde gecikmemesini gerekli kılan üç sebep var: a. Ortadoğu’nun kaynadığı bir tarihsel dönemeçten geçiliyor. Zeminler kayıyor, ittifaklar dağılıyor, yeni birliktelikler doğuyor. Davutoğlu, süreci “özgünlük”, “yerlilik” ve “dış tesirlere kapalılık” özellikleri üzerinden tanımlıyor. Ancak süreç uzadıkça, sürecin tarafların dışındaki güçlerin etkisi artıyor, bu da sürece olumsuz etkide bulunuyor. b. Sürece dair yeni sorunlar ortaya çıkıyor ve yeni provokasyonlar oluyor. Her yeni gelişme, süreci daha çetrefil ve çözümü de daha güç kılıyor. c. Türk kamuoyunun bir kısmında “bitkinlik”, Kürt kamuoyunun bir kısmında ise “oyalanmışlık” hissiyatının emareleri uç vermeye başladı. Bir taraf “Daha ne yapacağız? Bunların ki de artık şımarıklık” diyor, diğer taraf ise buna “Ne olacaksa olsun artık, bizi oyalamayın, kandırmayın” şeklinde cevap veriyor. Karşılıklı bu hisleri büyütmeye çalışan oldukça güçlü çevreler de var. Dolayısıyla hem iç hem de dış şartlar nedeniyle Türkiye mümkün olan en kısa zaman içinde bu sorunu çözmeli. Artık daha fazla geç kalmamalı. 6-7 Ekim puslu bir hava yarattı; ancak daha planlı ve hızlı bir şekilde davranılarak bu puslu havayı dağıtılabilir.
Serbestiyet, 27.10.2014