Çözüme kavuşturulamamış ve muhtemelen asla kavuşturulamayacak olan bazı felsefî tartışmalar var. Her durumda ve her zaman geçerli olan ilkeler var mıdır yok mudur? Kimi dinler ve ideolojiler, hakikati keşfetme iddiasındaki felsefeler bu konuda çok iddialı. Onlara göre zaman, mekân ve aktör faktörleri dikkate alınmaksızın her yerde her zaman geçerli olan doğrular, uyulması gereken ilkeler, değerler vardır. İnsanlar mutlaka onlara uygun hareket etmelidir.
Her hâli ve anı kapsayan doğrular olduğu ne kadar şüpheliyse, hiç bir hâl ve zamanda geçerli doğruların bulunmadığı iddiası da o kadar şüpheli. Bu yüzden, ilk görüşe kuşkuyla yaklaşmakla beraber, ikinci görüşe demir atmaya da niyetim yok. Ancak, hayatın akışı içinde zamanları, mekânları ve aktörleri aştığı düşünülen doğruların doğru olduğunun sorgulanabileceği yerler ve durumlar olabileceği kanaatindeyim.
Bu çerçevede pragmatist felsefenin özel bir değeri olduğunu düşünüyorum. İnsanın bir benliği vardır ve insanın davranışları bu benliğin yansımalarıdır mı demek lâzım yoksa insanın davranışlarının insanın benliğini oluşturduğunu söylemek mi lâzım? Pragmatistler ilkini reddetme ve ikincisini destekleme yolunda hafife alınamayacak argümanlar geliştiriyorlar. Örneğin, A adlı şahıs B adlı şahsa, hiç kimseye aktarılmamak üzere, bir sır verse. B ilerleyen zamanlarda C ile karşılaşsa ve onun içinde olduğu bir durumu öğrense. Farkına varsa ki A’nın söylediğini C’ye aktarırsa C vahim bir hata yapmaktan veya hatta hayatını kaybetmekten kurtulacak. B’nin ne yapması uygun olur? Sırrı koruması mı yoksa ifşa etmesi mi?
Bunlar cevaplanması kolay olmayan, önceden kesilen ahkâmları da boşa çıkartabilecek nitelikte sorular. Korona virüs sebebiyle adeta -Nasrettin Hoca’nın dediği gibi- küçük bir kıyamet yaşadığımız bu günlerde bunu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek olaylar ve tavırlar görüyoruz. Meselâ, insanların tamamen diğergam olmadığı, bencilliğin şu veya bu şekilde her insanın tabiatına gömülü olduğu, vazgeçilmez sandığımız bazı formların askıya alınabileceği hatta iptal edilebileceği ayan beyan ortaya çıkıyor.
Bu çerçevede, kamu yönetiminde merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik meselesinde de her zaman ve dönem için geçerli mutlak doğrular olmayabilir. İçinde yetiştiğim düşünce geleneği beni her durum ve her zaman için geçerli olması gereken ilkelere bağlanmaya götürüyor ama hayat hep aynı çizgide ve tempoda akmıyor ve farklı düşüncelere zemin hazırlayabiliyor
Olağan şartlar altında adem-i merkeziyetçiliği merkeziyetçiliğe tercih etmek gerekir. Merkezileşmenin otorite temerküzüne, otorite temerküzünün otorite yozlaşmasına sebep olması, merkezileşmenin otoritenin daha çok istismar edilmesi ve vatandaşlar arasında ayrımcılık kaynağı olması ihtimâlini kuvvetlendirmesi gibi sebeplerden dolayı bu böyle. Gelgelelim her zaman dilimi ve her dönem için adem-i merkeziyetçiliği savunmak zor ve hatta bazen anlamsız olabilir. İnsanlar ve insan toplumları şahsî sınırları aşan ve ulusal hata uluslararası ölçeklere varan sorunlar yaşayabiliyorlar. Korona virüs salgını bunun bir örneği. Çok büyük afetler ve şüphesiz savaşlar da öyle.
Bu tür şahısları aşan ve tüm toplumu ilgilendiren problemler ortaya çıktığında ne yapmak gerekir? Merkeziyetçiliği artırmak mı yoksa gevşetmek mi? Normatif bir soru olarak değil bir pratik bir sorun olarak bakınca görüyoruz ki, bu gibi durumlarda toplumlarda genellikle merkezileşme güçleniyor. Ve bu bana şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü bu gibi durumlarda toplum adeta tek probleme kilitleniyor. Tüm imkân ve kaynakların seferber ve koordine edilmesi ve tek hedefe yönlendirilmesi gerekiyor. Aksi takdirde başarı şansı azalıyor veya maliyet çok yükseliyor.
Türkiye her ülke gibi koronavirüsle mücadele diyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın dediği gibi sorun küresel mücadele ulusal. Bu söz elbette doğru ama sorunun küresel mücadele gerektirdiği de açık. Bu ulusal sorunla mücadelede başı kim çekecek? Kaynakların seferber edilmesini kim teşvik ve koordine edecek? Şüphe yok ki devlet. Sivil toplumun böyle bir koordinasyon olmadan bu işe başarması güç. Devlet demokratik ülkelerde seçimle göreve gelen hükümetler tarafından sevk ve idare edildiğine göre hükümetler salgın ile mücadeleyi yürütmekte baş sorumlu olacak. Meselâ mahalli idarelere göre daha önce olması gerekecek. Bunu haklı ve lüzumlu kılan birçok nedeni sayılabilir. Hükümet ülke çapında mahallî idare ise mahal çapında demokratik meşruiyete sahip. Hükümet ülke mahallî idare mahal çapında aktif ve etkili. Mahallî idare ülke çapında idarî bir ağa –özellikle yaygın sağlık örgütüne- sahip değil ve muhtemelen olamaz. Ülke çapında bağlayıcılığı olan kararlar alma yetkisine hükümet sahip. Bu kararları gerekirse zorla uygulamada kullanılabilecek zor örgütleri de hükümete bağlı.
Böyle bakıldığında hükümetin ülke çapında açtığı dayanışma kampanyası ortada dururken bazı belediyelerin ayrı kampanyalar açması şık, doğru ve faydalı olmadı. Hem mevzuatın buna izin verdiği –en azından- şüpheli hem de pek çok başka kampanya açılması hükümet tarafından açılan kampanyanın ulusal kimliğini ve dinamizmini öldürür. Keşke bu belediyeler bu hususa dikkat etmiş olsaydı. Geçmişte bazı belediyelerin yardım toplamış olması mümkün. Bu teorik olarak tartışmamızı teşvik eder ama hem cari mevzuatı geçersiz kılmaz hem de o olağan dönem kampanyaları bugünkü olağanüstü dönemle kıyaslanamaz. Bu konu mahkemeye taşındı ve mahkeme muhtemelen benim dediğim istikamette karar verecek. Göreceğiz. Bu arada, söz konusu belediyeler hakkında soruşturma açılmasını da en azından bu sıkıntılı dönemin ruhuna aykırı, lüzumsuz bir işgüzarlık olarak gördüğümü ekleyeyim.
Ancak, başka meseleler de var. Biri ve daha uçuk görüneni şu: Madem salgın hastalıklar toplu mücadele gerektiriyor ve korona virüs salgını dünya çapında, o zaman onunla mücadele için bir dünya devletine mi ihtiyaç var? Bunun iddia edenler çıkıyor. Ayrıntılı biçimde tartışılması gerek, ama bu argüman ulusal hükümetlerin ülkelerindeki mücadelede başı çekmesi gerektiği argümanı kadar kuvvetli görünmüyor. Onun yerine devletlerin kendi aralarında işbirliği yapması konuşulabilir ve bu zaten oluyor. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü de ulus üstü bir kuruluş olarak bu alanda bir ölçüde bir dünya otoritesi gibi işliyor.
Diğer bir mesele, toplumu tümüyle seferber edebilme. Bu tür kampanyalara herkes katılmalı ki kampanyalar işe yarasın ve etkili olsun. Türkiye gibi siyasî nefretlerin yoğun olduğu bir ülkede hükümeti sevmeyen ve ona güvenmeyen kimselerin bu genel kampanyaya katılmaması ihtimâli kuvvetli. Nitekim izleyebildiğim kadarıyla öyle de oluyor. Bu tutumdaki toplum kesimlerinin seferber edilebilmesi için yollar aramak gerekebilir. Bunun için hükümet ile söz konusu belediyelerin iyi niyetli davranması ve diyalog kanallarını açık tutması şart. Bu hususta her iki kanada da görev düşüyor. Diğer taraftan, bir CHP hükümeti iş başında olsaydı dindar-muhafazakâr toplum tabakaları onun açtığı ülke çapındaki yardım kampanyasına destek mi verirdi yoksa şimdi CHP tabanının büyük ölçüde yaptığı gibi uzak mı dururdu, bu da bir merak konusu.
Bir diğer mesele olağanüstü dönemlerde merkezileşme ve artma eğilimi gösteren devlet gücünün hayat –inşallah- olağana dönünce nasıl geri çekileceği, itileceği. Bu da önemli, çünkü ulusal hedeflerin teke indiği, ülkelerin adeta varoluş savaşı verdiği ve devletlerin kaçınılmaz biçimde öne çıktığı dönemlerde devletler alan, yetki, personel bakımından büyüyor. Bu gerçeğin en iyi tarihsel örneği iki büyük dünya savaşının devletlerin büyümesine yaptığı etki ve katkı. Bu gibi durumlarda hem devletler hem toplumlar hem politikacılar devletin neredeyse her alanda ve her yerde sivil toplumu bastıracak veya iyice geriye itecek şekilde var olmasına alıştığı için devletin geri çekilmesine razı olmayabiliyor. Bu belki bugün değil yarının problemi ama şimdiden üzerinde düşünmeye değer.