Yaşı ya üç ya dört.
Issız bir sahilde yapayalnız uzanmış yatıyor.
Kırmızı tişörtü hafif yukarı sıyrılmış, beyaz tatlı karnı ortaya çıkmış. Annesi kimbilir ne çok öpmüştür o karnı, bebeciği gıdıklanıp kıkırdasın diye… Botlarının ikisi de hala ayağında. Hayret, bağcıkları bile çözülmemiş.
Yüzüstü yatıyor. Dalganın kıyıya her vuruşunda ağzı, burnu, bütün yüzü suyun içinde kalıyor. Ama zaten o artık nefes almıyor ki.
İnsanlığın terkettiği bir çocuk Bodrum sahilinde yapayalnız uzanmış yatıyor.
O orada öylece yatarken, ekonominin global aktörleri Çin’den gelen dalganın dünya ekonomisinde yarattığı şoku, Mısır açıklarında bulunan yeni doğal gaz rezervlerinin enerji piyasaları üzerinde yaratacağı etkileri konuşuyorlar.
Onların globalleşmeden anladıkları sadece bu…
Oysa globalleşme, para ve mali hareketlerinin ötesinde; insanlığın hercümerci olarak anlaşılmalı, enternasyonalist bir bilinç olarak gelişmeliydi. Milli sınırların ayırdığı farklı milletlerin özgürlük ve demokrasi temelinde yeniden kucaklaşma çağı olarak algılanmalı, böyle yaşanmalıydı.
Sahilde uzanan o çocuğun annesi, bebeğini bombalarla paramparça olmaktan kurtarmak için kucaklayıp yola çıktığında bu bilince güvenmişti. Kıyılarına ulaşmayı kurtuluş sandığı o topraklarda insanlığın iflas ettiğini nereden bilebilirdi ki…
O sahile vuran ölü balıklar olsaydı, çocuk cesetlerinden daha çok ilgisini çekerdi Avrupalı çevrecilerin… Hemen o kıyıya üşüşür, hangi çevre felaketinin balıkların ölümüne yol açtığını incelemeye girişir, konferans üstüne konferans düzenlerlerdi.
Ama Bodrum sahillerine vuran çocuk cesetleri için, Akdeniz’in dibinde oluşan göçmen mezarlıkları için söyleyecek bir sözleri yok. Gözlerini yumuyor, kulaklarını tıkıyor ve sükut ediyorlar.
Çünkü yekpareliğe dayanan modernizmleri, global rüzgarın önüne katıp sınırlarına sürüklediği “öteki”leri varlığını hesaba katmamıştı. Eşitlik, kardeşlik, adalet mottosuyla kurdukları paradigma, yaşanan bu yeni olgu karşısında çöküyor. Akdeniz’de boğulan her göçmenle birlikte 200 yıldır kutsanan bu medeniyetin sanallığı biraz daha su yüzüne çıkıyor.
Korkuyorlar…
Sınırlarına dayanan kalabalıklarla kültürel bir melezleşme içine girmekten, “ari” Avrupa uygarlığının üstün vasıflarının bu melezleşmeyle birlikte “bulanıklaşıp” yokolmasından korkuyorlar.
Hani şehrin mutena semtlerinde, etrafı duvarlarla çevrili, kapısında güvenlik kulübesi olan siteler vardır ya, işte Avrupa’nın öyle bir site olmasını istiyorlar.
O sitede, kimsenin havuzlarına çiş yapmayacağından, arabasının küllüğünü yol kenarına boşaltmayacağından emin olmak istiyorlar.
Ama unuttukları birşey var: Bu siteler güvenlidir, temizdir, konforludur. Havuzları, tenis kortları, fitness center’ları ile hertürlü ihtiyacınızı karşılayabilir, dışına çıkma gereği bile hissetmezsiniz. En önemlisi de, orada kültür düzeyi, yaşam tarzı itibariyle size çok benzeyen ailelerle birlikte oturursunuz. Ama bir kusuru vardır: Bu siteler ruhsuzdur. Orada rahat edilir ama yaratılamaz. Dinlenilir ama üretilemez. Yaratıcılık, üretkenlik dinamizm ister; çeşitlilik ister; sürpriz ister. Kavga-dövüş, çelişki, dişe diş rekabet ister. Mutluluk kadar mutsuzluktan, huzur kadar huzursuzluktan beslenir. Kriz dediğimiz şey çoğu kez, daha üst düzeyde bir istikrarın ebesidir.
Kendilerini böyle bir site yaşamına mahkum edenler çelişkiden, rekabetten, krizden uzak durabilirler belki ama bir süre sonra, çok sevdikleri o huzurun bir huzurevi huzuruna dönüştüğünü farkederler.
Bugün o sitenin duvarlarına dayanan göçmenlerin Avrupalı’ya teklif ettikleri şey, o siteden çıkıp downtown’da birlikte yaşamaktır. Şehir merkezinin gürültüsünü de, kirini-pasını da, ama dinamizmini, renkliliğini ve üretkenliğini de paylaşmaktır. Avrupalı’yı o sitenin kısırlaştırıcı homojenliğinden downtown’ın kozmopolitizmine davet etmektir.
Göçmenlerin Avrupalı’ya yaptığı teklif, onu nezih sitesinde, ayağına fındık kadar bir taşın bile takılmadığı cetvelle çizilmiş yollarda yaptığı ve sonunda hep aynı noktaya dönüp geldiği o sabah koşuları yerine; yokuşu ve inişiyle, tehlikeli virajlarıyla gerçek yollarda ucu bilinmeyen sokaklara çıkan gerçek bir yürüyüşe çağrıdır.
Ama Avrupalı sağlamcı…
Korkuyor, risk almak istemiyor; göçmenlerin çağrısına kulak vermek yerine, kendisi için yarattığı huzurevinde atalarının mirasını yiyerek hayatını sürdürmeye devam etmek istiyor.
Vicdan azabından kurtulmak için bulabildiği tek yol da, Bodrum sahillerinde ölü balıklar gibi karaya vuran çocuk cesetlerini görmezden gelmek…
Akşam gazetesi, 03.09.2015