Bütün insanların, insan olması hasebiyle sahip olduğu temel hak ve özgürlükler olarak tanımlanan insan hakları, yarım asrı aşkındır dünya politikasında gündemin önemli bir maddesi olmayı başarmıştır. Dünya İnsan hakları haftası (10-17 Aralık) münasebetiyle bu kısa yazıda, Türkiye”nin son bir yıllık insan hakları performansı ve hak ihlallerinin arkaplan analizi üzerinde durulacaktır.
İnsan hakları ihlali, başta insanlık onuru olmak üzere, insanlığın ve ahlaki değerlerin reddi demektir. Bu nedenle, insan hakları ihlalleri en büyük zulüm ve aynı zamanda ahlaksız bir davranıştır. Değişik isim ve formatta bile olsa tarih boyunca insanlar temel hak ve özgürlükleri uğruna mücadeleler vermiş ve 10 Aralık 1948 tarihinde Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi”nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmesiyle, bu mücadele kurumsal ve küresel bir yapıya kavuşmuştur. Bu nedenle, son 60 yılda geliştirilen uluslararası insan hakları düzenlemeleri ve küresel-bölgesel mekanizmalar yoluyla, tarihte görülmediği kadar temel hak ve özgürlüklerin dolayısıyla insanlık onurunun korunmasında büyük bir başarıya imza atılmıştır.
Üçüncü milenyumun başında, Türkiye”nin bu küresel başarının neresinde durduğuna bakmakta yarar var. Türkiye”nin bu alanda gerçekleştirdiği pozitif gelişmeleri ve ihlalleri tam olarak tespit etmek oldukça zordur. Konu çok yönlü ve manipülasyona açık olduğundan, mutedil bir perspektifle yazılmış olan AB Komisyonu 2010 Türkiye İlerleme Raporu ile sınırlı tutulacaktır. Eskiden olduğu gibi, sistematik işkenceler, rafa kaldırılan din, vicdan, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, halk iradesi üzerindeki militarist vesayet ve faili meçhullerle doldurulmuş bir rapor olmasa da, çok iç açıcı olduğu da söylenemez.
Raporun ilgili bölümleri (raporun %40″ını oluşturur) incelendiğinde şu iki nokta göze çarpmaktadır; birincisi sistem hala o bildik vesayetçi özelliğini korumakta; ikincisi, bu kadar fazla hak ihlali günümüzde oldukça ilkel bir görüntü vermektedir.
“Raporda yok, yok” demek abartı olmaz. Örneğin bir yıl içinde Türkiye”den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”ne (AİHM) yapılan başvuru sayısı 5728 iken, Mahkeme Türkiye”nin AİHS”yi ihlal ettiği yönünde 553 karar vermiştir. Dahası, Eylül 2010 itibarıyla, Türkiye”ye ilişkin 16.093 dava AİHM”de beklemektedir. Bu davaların büyük bir oranı adil yargılama, mülkiyet ve ifade özgürlüğü ile ilgilidir. Yine Türkiye, 2009 yılında toplam 6,1 milyon euro tutarında tazminat ödemesi yapmıştır. Daha vahimi, Türkiye Mahkemenin yargılama yetkisini kabul ettiği 1987 yılından günümüze hakkında en çok dava açılan ülke olmuştur ( ilk defa 2009 yılında liderliği Rusya Federasyonu”na kaptırmıştır).
İnsanlar toplanma ve gösteri hakkını kullanırken, kolluk kuvvetleri tarafından orantısız güç kullanımı ve güvenlik güçleri tarafından ateşli silahların ölümle sonuçlanan orantısız kullanımlar-özellikle Güneydoğu”da- artmıştır. Ayrıca, işkence ve kötü muamele eskisi gibi sistematik olmasa bile, sıfır noktasına inmemiş, kolluk kuvvetleri, işkence ve kötü muamele konusunda da ciddi iddialarla karşılaşmıştır.
İfade özgürlüğü kapsamında, Kürt meselesini tartışan veya Kürtçe yayın yapan gazeteler üzerindeki baskının arttığı, başta Youtube olmak üzere, internet sitelerinin sık sık yasaklandığı ve Ergenekon ile ilgili yazı yazan gazetecilere davalar açıldığı vurgulanmıştır.
Raporda vurgulanan tüm ihlalleri burada ifade etmek imkansız, fakat bu kadarına bakınca dahi, insan hakları alanında ne kadar eksiğimizin olduğu açıkça görülmektedir. Din ve vicdan özgürlüğü alanında başörtüsü yasağı, zorunlu din dersi ve azınlıkların bu kapsamdaki haklarının kısıtlanması, din ve vicdan hürriyeti alanında Lozan”dan bile geri yapının açık bir göstergesidir.
Rapor süresince özellikle adil yargılanma, sivil-asker ilişkilerinde vesayeti sarsıcı yönde yapılan iyileştirmeler, kadın-erkek eşitliğinde yapılan düzenlemeler gibi bazı gelişmelerden bahsedilmektedir.
Son çeyrek asırda, özellikle son 10 yılda, yapılan iyileştirmelere rağmen, insan hak ve özgürlükleri alanındaki bu çağdışı görüntünün altındaki nedenler neler olabilir diye bakıldığında, sorunun yapısal olduğu kolaylıkla fark edilecektir. 2000 yılı Türkiye İlerleme raporunda 12 Eylül Anayasasının hala yürürlükte olduğu hayretle ifade edilmektedir. Oysa biz 2010″dayız ve hala insanı değil, devleti özne olarak gören bu cunta Anayasası ile yönetilmekteyiz.
Mevcut Anayasanın felsefesinde özne olan millet değil, devlettir. Bu nedenle, Anayasanın ruhuna işlenmiş olan bu despotik vesayetçi anlayışla konsolide olmuş(yerleşmiş) bir demokrasiye ve dolayısıyla gelişmiş bir insan hakları rejimine ulaşılamaz. Demokrasi ve evrensel değerleri bir tümör gibi yok eden bu hastalıklı anlayış, lokal değişikliklerle de giderilemez. Yeni, demokratik, katılımcı ve çoğulcu bir anayasa yapmak medeniyetin, gelişmenin, barışın, küresel bir aktör olmanın ve temel hak ve özgürlükler için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Sabah, 18.12.2010