Türkiye’nin demokratikleşmesine, vesayet rejiminin dönüştürülmesine, yeni ekonomik aktörlerin ve düşünce kuruluşlarının yükselmesine, dünyayla entegrasyonuna paralel olarak bu geleneksel ayrım ortadan kalktı.
Artık dış politika derken ‘devlet politikası’ndan değil ‘AK Parti politikası’ndan söz ediyoruz. Normal olan da bu; dış politikayı hükümetler yapar, devletin bürokrasisi uygular.
Geçmişte farklıydı. Dış politikanın stratejik amaçları, yöntemi, yönelimi ‘devlet elitleri’nin verdiği kararla belirlenirdi. Çünkü vesayet dönemlerinde dış politikanın seçimle gelmiş iktidarlara bırakılması doğru görülmezdi; siyasetçiler güvenilmez, popülist, kendi çıkarlarının peşindeki insanlardı! Sınırları derin bürokrasi çizer, gündelik uygulamayı siyasal iktidar yürütürdü.
Bütün bu hikayenin gerisinde tabii ki sivil-toplumsal olanı dışlayan, yönetme hakkını seçilmişlerde değil atanmışlarda gören bir akıl vardı. Siyasi partilerin bile dış politika konusunda özgün fikirleri olmazdı. Kıbrıs, Ermeni, Türk-Yunan sorunları ‘milli dava’ydı, farklı düşünülemezdi. Dış politikanın doğası da bu ‘elitist’ perspektife uygundu. Halk veya halkın taşradan gelen temsilcileri ne bileceklerdi dış politikayı! Orası ‘yüksek siyaset’ demekti, yani devlet siyaseti.
Uzun süren bir dönüşümün ardından bu artık anlamlı bir ayrım ve analiz değil. İç politikada da dış politikada da muhatabımız ‘devlet’ değil ‘hükümet.’ Karar yetkisi de sorumluluk da seçilmişlere ait. Dolayısıyla eleştirilerin hedefinin hükümet olması kaçınılmaz.
İktidarının ilk döneminde dış politika üzerinden oluşturulan büyük uzlaşma ile yol alan hükümetin bugün en çok eleştiriyi dış politika konusunda alması anlamsız değil. Bir sebebi olmalı.
Dış politikada olup bitenler, söylenenler, alınan pozisyonlar çok şey anlatır. Sadece dışarıyı değil içerideki yapıyı, iktidarı, ilişkilerin biçimini de yansıtır.
AK Parti, iktidara geldiğinden beri, dış politikayı içerinin demokratikleştirilmesi sürecini destekleyen bir alan olarak gördü. AB üyeliğini ve bunu gerektirdiği reformları yapmak temel öncelikti. Bu bir dış politika tercihi olmaktan öte iç politika gereğiydi AK Parti için. Vesayet kurumlarının baskısında olan AK Parti için AB hedefinin meşrulaştırdığı ve gerektirdiği demokratikleşme hamlelerini yapmak bir ‘varoluş’ meselesiydi. Bu reformlarla hem vesayet tasfiye edilerek AK Parti gerçek anlamda iktidar oldu, hem de reformlar partinin demokrat ve liberal tabanını genişletmesine imkan verdi.
Öte yandan komşularla işbirliği ve diyaloğu merkeze alan, siyasal gerginlikleri minimize etmeye çalışan, özel sektörün önünü açmayı önceleyen bir siyaset izlendi. Bu, geçmişten kalan ‘dört yanımız düşmanlarla çevrili’ söylemini, ‘kendimizden başka dostumuz yok’ efsanesini yıktı. Bu önemliydi, çünkü ‘eski Türkiye’nin otoriter siyaseti böyle bir dünya algısından besleniyordu.
Kısaca AK Parti’nin varlığı iki şeyi gerçekleştirmesine bağlıydı; ekonomik kalkınma ve demokratikleşme. Birincisi toplumsal desteğin sürekliliğini sağlamanın yoluydu, ikinci bürokratik direnişi kırmanın.
Bu ikisi de dışarda, dış politikada buna imkan tanıyan bir ortama bağlıydı. Dolayısıyla AK Parti’yi AB üyeliğini zorlayan, küreselleşmeye sıcak, bölgesiyle çatışma ve gerginlik değil işbirliği arayışında olan, bölgeyle ilişkilerinde askeri gücünü değil ‘yumuşak gücünü’ kullanmaya hevesli bir dış politika izlerken gördük.
Ancak 2011 yılı itibarıyla AK Parti’nin dış politikasında farklı bir hava sezilmeye başlandı. Uzlaşmak yerine meydan okuyan, yumuşak güç unsurlarıyla örnek olmak yerine doğrudan müdahalelerle rejim değişikliğine heveslenen, gücünü abartarak hegemonya düşleri kuran, rasyonalite yerine ideolojiye meyleden bir dış politika… Ne oldu da 2011’den sonra AK Parti dış politikası değişti?
Zaman, 27 Eylül 2013