Şu anda seçim arifesinde olmanın yarattığı bir çarpık görüntü var karşımızda.
CHP iktidar olmayacak olmanın rahatlığıyla bol keseden atabiliyor. İyi şeyler söylüyor ama seçim bitip de ana muhalefet partisi olarak Meclis’te yerini alınca bugün söylediklerinin ne kadarını unutacak ne kadarını hatırlayacak, bilemiyoruz.
AK Parti milliyetçi oyları ürkütmemek, MHP’nin barajın altında kalmasını sağlamak gibi endişelerle geriledikçe geriliyor.
BDP derseniz, yine seçim platformunda olmanın etkisiyle taleplerini en provokatif tarzda ortaya koymak için elinden ne gelirse yapıyor.
Ama şunun şurasında ne kaldı? Hele hayırlısıyla bitirelim şu seçimi, ondan sonra çok daha gerçekçi bir tartışma yapabileceğiz.
Ve tartışmamızın odak noktasında kaçınılmaz bir biçimde, özerklik meselesi olacak.
Ne var ki artık tartışmaların soyut bir özerklik taraftarlığı ya da karşıtlığı noktasından çıkıp, somut olarak “nasıl bir özerklik” ya da “nasıl bir yerel yönetim” sorusunun ayrıntıları üzerinde yoğunlaşması gerekiyor.
BDP’nin tezi belli. Onların elinde epey önce kamuoyuna açıkladıkları bir Demokratik Özerklik Taslağı var.
Şimdi boyuna iç savaştan bahsedip durduklarına bakmayın. Elbette onlar da biliyor bu taslağın “pazarlığı yüksek başlatmak için” hazırlandığını; elbette onlar da biliyor bizzat kendi kitleleri içinde bile bu taslağı kabul edilmez bulan geniş bir kesim olduğunu…
CHP, Avrupa Konseyi’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın imzalanmasını; Türkiye’nin kabul etmediği 9 maddenin de kabul edilmesini savunuyor. Bu, oldukça somut ve bağlayıcı bir pozisyon ve CHP’nin bu çıkışı yapması, seçimden sonra -eğer reform yapmak isterse- AK Parti’nin elini çok rahatlatan bir etken olacak. Yakın geçmişte AK Parti’nin başlattığı Kürt Açılımı’nı sabote etmek için her yola başvuran CHP, seçim öncesi söylediklerinden sonra artık öyle kolay kolay engelleme yapamayacak.
Gelelim AK Parti’ye…
Şu anda durumu en belirsiz olan parti AK Parti. AK Parti kurmayları seçim sonrasında bir zamanlar CHP ve Sezer tarafından engellenen yerel yönetim reformunu yeniden gündeme getireceklerini söylüyorlar. Ne var ki, şu anda AK Parti’nin nasıl bir yerel yönetim reformu planladığı konusunda kafamız bir hayli karışmış durumda.
2003’teki taslağın ilerisine mi geçecek; yoksa daha gerisine mi düşecek?
Kafa karışıklığımızın sebebi ise bizzat Başbakan’ın çelişkili açıklamaları…
Erdoğan’ın BDP’nin özerklik taslağını açıklamasının ardından yaptığı konuşma vahimdi. “Ben belediyecilikten geldim. Adem-i merkeziyetçiliği savunan birisiyim. Ama adem-i merkeziyetçiliğin üç tanımı vardır. Bir siyasi tanımıdır, iki idari tanımıdır, üç hizmet tanımıdır. Biz siyasi tanımına karşıyız, idari tanımına da karşıyız, hizmet içerikli olanın yanındayız” diyordu Erdoğan.
Oysa aynı Erdoğan, 2003’te Yerel Yönetimler Reformu konulu uluslararası bir toplantıda yaptığı konuşmada tamamen farklı konuşmuştu:
“Devletin ve toplumun büyük bir uzlaşma içinde yöneldiği AB hedefi, Türkiye’nin idare alanında da çağdaş normlara kavuşturulmasını zaruri kılmaktadır. Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısı önümüzdeki ilk bakanlar kurulu toplantımızda imzaya açılacak hale gelmiştir. Görev ve yetki devrinin ötesinde, mahalli idareleri gerçek manada özerk ve demokratik kurumlara dönüştürmeyi amaçlıyoruz.”
Eğer AK Parti perspektifini hizmet içerikli bir adem-i merkeziyetçilikle sınırlarsa Kürt Açılımı’nın çıkmaza gireceğine ve barışın başka baharlara erteleneceğine kesin gözüyle bakabiliriz.
Ama 2003’te ortaya konan “mahalli idareleri gerçek manada özerk ve demokratik kurumlara dönüştürmek” amacına sadık kalınırsa, işte o zaman “statü” sorunu diye adlandırılan sorunun müzakere ile çözümü konusunda umutlu olabiliriz.
Bugün, 30.05.2011