PKK’nın silah bırakması amacıyla başlayan müzakere süreci, Türkiye’yi bir yol ayrımına getiriyor.
Yeni anayasanın, başkanlık sisteminin, Kürt meselesinin ve PKK’nın silah bırakmasının tartışıldığı günümü Türkiye’sini anlayabilmek için değişim sürecine bakmak elzemdir.
Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor.
Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi, sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip çıktığı görülüyor.
Yeni bir Türkiye kuruluyor ve bu yeni Türkiye’nin kuruluşunda STK’ların, aydınların ve vatandaşların rolü, giderek artıyor.
Bir kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün bir demokrasi tarihi hatırlanıyor, adeta yeniden yaşanıyor.
Toplum ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve tabanı genişliyor.
Tükiye’de Siyasi Rejim ve Siyasi Söylem Değişti
Sadece siyasi rejim değil, siyasi söylem ve siyasi kültür de değişiyor.
Otoriter ve yarı totaliter bir resmi ideoloji ve devlet düzeninin, vatandaşların siyaseti algılama ve siyaset yapma tarzını tayin eden siyasi kültürdeki kodları ve kalıntıları da ayıklanıyor.
Hukuku ve kurumları değiştirmek fevkalade mühim fakat ehemmiyetli olan onları hayata geçirecek insanların, ruhun ve kültürün değişimi.
Büyük değişim yaşanırken, bu değişimin bütün mevzuatta, kurumlarda, siyasi partilerde, siyasi hareketlerde, toplumsal kesimlerde, fikir gruplarında ve vatandaşlarda aynı şekilde ve hızda yaşanması mümkün değil.
Hatta böyle bir beklenti değişimin, toplumun ve siyasetin tabiatına aykırı…
Bu itibarla değişimin, tartışma ve reaksiyon doğurması kaçınılmaz. Bir bakıma, buradaki ihtilaflardan siyasi ve demokratik bir bereket dahi beklenebilir.
Bu bereketi elde etmek için, ihtilafın çözülebileceği veya devam edebileceği asgari müşterek bir mutabakat çerçevesine ihtiyaç vardır.
Bu mutabakat çerçevesi de, ancak demokratik hukuk devleti olabilir. Bazı tartışma ve reaksiyonların, bizzat bu çerçeveyi ortadan kaldıran vesayet rejimini ve hatta darbe rejimlerini savunmaya matuf olduğu görülünce, buradan bir anlaşma çıkması zor görünüyor.
Bu yüzden temel meselelerde çıkan anlaşmazlıklarda, bürokrasinin değil seçmenin hakemliğine başvurmak, ihtilafı demokratik bir mecraya sokarak çözümü orada aramak, daha tercihe şayan bir çözüm yolu olarak ortaya çıkıyor.
Vesayet Rejiminin Amacı
Vesayet rejimi, toplumun ve vatandaşların kendi özgür irade ve tercihleriyle değişmelerini ve kendilerini yönetmelerini engellemek üzere kurulmuştur.
Böylece, merkezi iktidar aygıtını veya devleti ele geçiren bir zümrenin, toplumu ve vatandaşları kontrol etmesi, değiştirmesi veya dondurması; ama her halükarda kendi isteğiyle değişmesinin engellenmesi amaçlanmıştır.
Tek parti diktatörlüğü ve darbe rejimleri dışında çok partili hayat içerisinde, bu kontrol ve değiştirme anayasa marifetiyle yapılmaya çalışılmıştır.
1961 sonrasındaki anayasa tartışmaları, Turan Güneş’in ifadesiyle bir “anayasa dini” tartışmalarına veya savaşlarına dönüşmüştür.
Esasen bu zihniyet, Osmanlı modernleşme ve hürriyet hareketlerinde, Osmanlı bürokratlarının hürriyet vaat ederken vatandaşlar üzerindeki kontrol sistemlerini güçlendiren düzenleme geleneğinin devamlılığını göstermektedir.
2007’deki Cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla Türkiye siyaseti yeniden bir anayasa krizi ve anayasa savaşlarına dönmüştür.
Vesayet rejimine direnen, çoğunluğu teşkil eden toplum kesimleri ve onların siyasi temsilcileri ise, bu anayasaları değiştirmek için uğraş vermişlerdir.
Lakin darbe döneminde yapılan anayasalar, değiştirilmesi ve demokratikleştirilmesi hukuken ve fiilen zor, katı anayasalardır.
Değiştirilmesi ancak yüksek nitelikli çoğunlukla ve siyasi cesaretle mümkün olabilmektedir.
Bu bakımdan yüksek nitelikli çoğunluğun oluşmadığı zamanlarda, değişiklik teklifinin halkoyuna sunulması sadece anayasanın değil, bir bütün olarak siyasetin ve toplumun dondurulması ihtimalini bertaraf edecektir.
Bu yol ayrıca siyaseti, demokratik ve sivil değişimi mümkün kılan da bir yoldur.
AK Parti: “Demos”un “Krasi”si
3 Kasım 2002 seçimleriyle başlayan demokratikleşme süreci, Kürt meselesini de kapsayacak yeni bir safhaya girdi.
Tabiatıyla çok hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Esasen bu tartışmaların Sünnî dindarların, Alevîlerin, gayrimüslimlerin sorunları ele alınırken yaşanan tartışmalarla beraber düşünülmesi gerekiyor.
Bu bakımdan demokratikleşme sürecine kısaca bakmakta fayda var. Eski rejim yıkılıyor ve yerine yeni bir rejim kurulmaya çalışılıyor.
Demokratikleşme süreciyle bir yandan bürokratik vesayet mekanizmasının Sünni, Alevi, gayrimüslim, Kürt, sosyalist diyerek dışladığı ve en temel insan haklarından dahi mahrum ettiği toplumsal kesimler ve kimlikler “demos”, yani halk içine dâhil olurken, “krasi” yani iktidar da yeniden tanımlanmaya çalışılıyor.
Türkiye’de demostan çıkan krasinin sınırlandırılması demek olan liberal demokrasiden farklı olarak, demokrasiye oligarşik cumhuriyet anlayışı içinde bir deli gömleği giydirmeye çalışan bürokratik vesayet rejimi hâkim olageldi.
Türkiye’nin bürokratik vesayetçi rejiminde demostan çıkan iktidarın bürokrasi tarafından sınırlandırılması, denetlemesi esas alınmıştır.
27 Mayıs darbesiyle başlayan ve Türkiye tarihinde kökleri olan bu rejimin inşa faaliyeti, diğer bütün darbelerin de ortak paydasını teşkil eder.
Bu bağlamda yasama ve yürütmeden, dolayısıyla demokratik meşruiyetten uzak kimi bürokratik kurumların ve yargı erkinin “bağımsızlık” adı altında yasama ve yürütme karşısındaki tarafgir işleyişi bu rejimin temel karakteridir.
Asimile edilmediği sürece dışlanan bu toplumsal kesimleri ve kimlikleri, yekdiğerine karşı tahrik eden istihbarat ve güvenlik kuruluşları içine yuvalanmış illegal yapılanmalarla da, sivil ve özgürlükçü bir siyasetin boy vermesi engellenmiş, rejim kontrol altına alınmış oluyordu.
Bürokratik vesayetin geriletilmesi ve siyasetin alanının genişlemesiyle demokratik açlım(lar)ın siyasi zemini ortaya çıkmıştır.
Eski rejime dönülmedikçe, demokratik açılımın sona ermesi mümkün değildir.
Artık siyasi meseleler bürokrasi tarafından değil, seçilmiş siyasiler tarafından kamuoyunun önünde tartışılarak karara bağlanacaktır.
Yeni Anayasa bu tartışmanın demokratik çerçevesini çizecektir. PKK’nın Türkiye’nin değişmesi karşısında 10 yıldır ciddi bir bocalama yaşadığı görüldü. PKK bocaladı çünkü Türkiye’nin değişeceğine inanamadı.
Kendisini Türkiye’nin değişmeyeceği ve eski otoriter devlet vereceği reflekslere göre hazırlamıştı.
Bu yüzden de seçilmiş hükümetleri değil, onları perde gerisinden yöneten askerleri kendisine muhatap alıyordu.
Türkiye’de büyük değişim, demokratikleşme dalgası PKK’yı şaşırttı. PKK, şiddeti yeniden arttırırsa eski düzene tekrar dönebileceğini düşündü Bu düşünceyi anlayabilmek için PKK’nın sivil siyasete ve AK Parti’ye bakışı üzerinde durmak lazım.
PKK’nın AK Parti’ye Bakışı:
PKK, AK Parti’nin demokratikleşme reformları ve bürokratik vesayetin tasfiyesi karşısında bir şaşkınlık yaşadı.
Bu şaşkınlığı önce bir aldatmaca olarak gören PKK, böyle olmadığını anladığında ise böyle olması için şiddete dönmek ve AK Parti’nin bürokratik vesayete teslim olmasını sağlamak istedi.
Bu bakımdan PKK’nın cari mantığını veya durum muhakemesini, onların en azından bir kanadının bakış açısıyla özetlemek yerinde olacaktır.
PKK’nın öncelikli hedefi, AK Parti’nin diğer siyasi partilere benzetilerek bitirilmesidir:
“Devletin, Kürtlerin olmadığı şeklindeki resmi Kürt politikası iflas etmiştir. Devlet şimdi bireysel haklar temelinde bir hürriyetler tanınması, PKK’nın uluslararası (ABD, Avrupa Birliği, Irak vs.) güçlerin yardımıyla tasfiyesi ve PKK dışındaki Kürtlerle sorunun çözümü çizgisine gelmiştir.
“Ancak devletin, yani asker-sivil bürokrasinin bu yeni politik çizgiyi hayata geçirecek gücü ve meşruiyeti sınırlıdır.
AK Parti, bütün Türkiye’yi ve bölgeyi de güçlü temsil kabiliyetiyle bu planın ikna ve icrasında asker-sivil bürokrasinin vazgeçemeyeceği müttefikidir.
AK Parti’nin Kürt sorununa yönelik “demokratik açılımının” amacı budur; yani devlet projesinin hayata geçirilmesidir.
Esasen AK Parti, ideolojik hasımlığa rağmen devletçe kapatılmıyorsa bu misyonu yüzünden kapatıl(a)mamaktadır.
PKK, bu planı bozmak için AK Parti’yi bitirecek ölçüde bir savaşa girmelidir. 2010 yılı bu bakımdan kritiktir.”
PKK’nın önemli isimlerinden KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık, benzerlerini Abdullah Öcalan ve Murat Karayılan’da da bulabileceğiniz bu mantığı 25 Şubat 2010’da “AKP’yi Bitirmek: Diğer Partiler Gibi Yapmak” başlıklı değerlendirmesinde şöyle özetlemektedir:
“AKP, 2010 yılında PKK’yı tasfiye edemezse iktidarda kalamayacağını biliyor. Kaybedecekler.
Hatta birçokları mahkemeye verilerek görevden alınacaktır. Eğer PKK konusunda sonuç alamazsa, iktidarda kalamayacağı gibi kendisinden hesap da sorulacaktır. Bu yüzden AKP tüm gücüyle PKK’yı tasfiye etmek istiyor.
“Eğer AKP’yi bitirirsek, devletin PKK’yı tasfiye etmek için elinde kullanabileceği hiçbir siyasi güç kalmayacaktır.
AKP onların son umududur. AKP’yi kapatmamalarının nedeni de budur.
AKP üzerinden PKK’yı tasfiye etmeyi düşünüyorlar. AKP’ye verilen görev budur.
Ellerinde başka bir güç yok. Ellerinde başka bir gücün kalmaması devleti çözüme mahkûm edecektir.
AKP bunun son aşaması olarak ele alınabilir. AKP’den umutları olduğu müddetçe sorunun çözümü için adım atmayacaklardır. AKP’yi bitirirsek, diğer partiler gibi yaparsak sonuca gidebiliriz.”
Bayık’ın bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi PKK, AK Parti’nin bürokrasinin basit bir aracı olmadığını ve diğer partilerden farklı olduğunu açıkça ifade edemese de hissetmektedir.
Bu farklılık, PKK’yı da fevkalade rahatsız etmektedir. Çünkü PKK, birbirine benzeyen bürokratik vesayet ve diğer siyasi partilerin bıraktığı boşluk sayesinde bölgede ciddi oranda bir güç elde etmiştir.
Ülke genelinde ise siyasi partilerin demokratik işlevlerini görememeleri yüzünden bölge halkının doğrudan bürokratik vesayet rejimiyle karşı karşıya gelmesinin avantajlarını devşirmiştir.
Demokrat Parti’den beri ilk defa AK Parti, güçlü bir şekilde bürokratik vesayetin ve resmi politikanın dışına çıkabilen, ortaya fark koyan bir siyasi parti olarak bölgede temayüz etmiştir.
Bu bakımdan demokratik açılım politikası henüz stratejik ve taktik ayakları gelişmemişse de, Türkiye’nin Kürt Sorununa demokratik çözüm umudu veren bir politik derinliğe sahiptir.
Türkiye’nin bugün Arap Baharı benzeri hadiselerden uzak olması, AK Parti’nin 10 yıllık iktidarında bürokratik vesayetin tasfiyesi, demokratikleşme ve iktisadi büyümenin sayesindedir.
Kürt meselesi, bu dönemde ciddi bir mahiyet değiştirmiştir. 90’lardaki siyaset ve devlet anlayışının değişmesi sebebiyle Arap Baharı benzeri bir Kürt Baharının yaşanmamasını, Türkiye’nin demokrasi tarihi ve bilhassa AK Parti’nin son 10 yıllık reform dönemiyle izah etmek yanlış olmayacaktır.
2012: Şiddet Var, Halk Yok
2012 Ramazan bayramında Gaziantep’te gerçekleşen terör olayıyla dördü çocuk dokuz sivilin öldürülmesi ve altmış civarında sivilin yaralanması, kamuoyunun dikkatini yeniden PKK’nın artan şiddetine çekti.
Gaziantep’in hedef olarak seçilmesi, Suriye hududunda yer alması dolayısıyla beraberinde Suriye’nin PKK ile ilişkilerini gündeme taşıdı.
Ancak henüz Suriye’deki ayaklanma bu ölçüde artmamışken PKK’nın devrimci halk savaşı stratejisini planlandığı ve bu istikamette Oslo görüşmelerini akamete uğrattığı hatırlanırsa, Gaziantep saldırısının ve PKK’nın artan şiddetinin öncelikle iç dinamiklerine bakmak isabetli olacaktır.
PKK geliştiği ve kadrolarını yetiştirdiği siyasi kültür, Marksist ve Maocu düşünceden kaynaklanan bir devrimci halk savaşı stratejisi etrafında gelişmiştir.
PKK 14 Temmuz 2011 tarihinden itibaren daha öncesinden planladığı bu stratejiyi hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Bu stratejinin arkasındaki mantık şudur: Buradaki öncelikli hedef, AK Parti’yi 1990’lardaki devlet anlayışına dönerek demokratik hukuk devleti hedeflerinden ve reformcu kimliğinden vazgeçirecek bir reaksiyon vermeye zorlamaktır.
Bu şekilde AK Parti’nin bölgedeki Kürt nüfus üzerinde BDP ile yarışan etkinliği kırılabilecek ve bölgede BDP tek parti haline gelebilecektir.
Devletin hukuk dışına çıkarak şiddete yönelmesi, devletle halkı karşı karşıya getirecektir.
PKK’nın cephe örgütlenmesinin ve silahlı unsurlarının sevk ve idaresinde bazı bölgelerin ve yerleşim yerlerinin kurtarılmış bölge haline getirilmesiyle mesele uluslararası alana taşınabilecektir.
PKK’nın bu stratejisi, AK Parti döneminde genel demokratikleşme dalgası, devletin pozisyonun değişmesi ve güvenlik kuvvetlerinin özerkliğini yitirmesiyle sağlanan esneme sayesinde ciddi zemin kaybetmiştir.
PKK/ BDP tabanı dahi böyle bir halk savaşını uygun bulmamaktadır.
Bu durumda PKK şiddeti arttırarak ve Şemdinli’de görüldüğü gibi intihar saldırılarıyla kendi tabanını silahlı propagandayla ikna etmek, hükümeti ve güvenlik kuvvetlerini de büyük yanlışlara sevk etmek ve Türkiye kamuoyunu da tahrik etmek peşindedir.
Ancak Şemdinli’deki başarısızlıktan sonra, BDP’lilerin hedef haline gelmesine yol açacak PKK’lılarla kucaklaşma mizansenine geçilmiştir.
Bu şekilde BDP’ nin siyasi varlığına tamamen son verilerek, Türkiye kamuoyu tahrik edilmek suretiyle BDP’nin kapatılması ve BDP’ye karşı kitlesel saldırılar murat edilmektedir.
Gaziantep saldırısı bu mizanseni tamamlayan bir çerçeveye oturmaktadır. Sivillere yönelik acımasız bir eylemle, ahalinin Gaziantep başta olmak üzere Kürtlerin üzerine yürümesi ve hükümetin yanlış yapmasıyla PKK’nın etnik tabana tamamen hâkim olması ve etnik bir çatışma arzu edilmektedir.
BDP, PKK’lı militanlarla kucaklaşmayı takiben gelen bu saldırıyla beraber siyaseten sahneden neredeyse silinmiş durumdadır.
BDP’nin yeniden bir siyasi özneye dönüşebilmesi PKK’nın belinin kırılmasına ve devrimci halk savaşı stratejisinin iflasına bağlıdır.
Bu noktada MHP’nin bizzat Genel Başkan Devlet Bahçeli tarafından halkı ve ülkücüleri tahriklere karşı uyarması isabetli olmuştur.
Keza, CHP’nin Kürt sorununun çözümü ve yeni anayasa sürecini devam ettirmesi kararlılığıyla AK Parti ile aynı blokta yer alması PKK’nın siyasi zeminini zayıflatacaktır.
AK Parti’nin ve güvenlik bürokrasisinin şimdiye kadar PKK’nın stratejisinde öngörülen büyük hatalara düşmemesi dikkatle kaydedilmeli.
Bölge ahalisinin ve Türkiye kamuoyunun da PKK’nın stratejisinde öngörülen “savaşacak halklar” kıvamına gelmediği de açıktır.
AK Parti hükümeti demokratikleşme ve açılım politikalarının yanında hukuk devletinin kurallarını hayata geçirecek ve dış politikayla entegre bir terör politikasını hayata geçirmesi, PKK’ya 2012’de ağır kayıpla verdirdi.
PKK/ BDP hattının 12 Haziran 2011 seçimlerindeki seçim başarısını siyaset taşımak yerine, bilhassa Botan’daki başarıyla zafer sarhoşluğuna kapılarak Ortadoğu’daki gelişmeleri de yanlış okuyarak devrimci halk savaşı stratejisine dönmesi telafi edilemeyecek büyük bir hata olarak tarihe geçecektir.
Türkiye bu hatayı, kendisi hataya düşmeyerek değerlendirebilirse, bir örnek olarak Ortadoğu’daki dönüşüme her türlü engelleme çabalarına rağmen büyük katkılar yapabilecektir.
PKK, Türkiye’deki büyük değişimi ve güvenlik kuvvetlerinin AK Parti hükümetinin emri altında yek vücut bir terörle mücadelesi yürüttüğünü gördükten sonra muhatabının askerler değil, sivil hükümet yani AK Parti olduğunu anladı.
PKK bu çıkmazdan örgütün kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın aracılığıyla çıkmayı ve PKK’nın şiddetten vazgeçeceği bir dönüşümü kabul etmiş gibi görünüyor.
İmralı müzakereleri bu kapıyı açmış görünüyor.