Nilüfer Göle’nin son kitabını (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa) henüz okumadım.
Ama kitap üzerine yaptığı bir iki söyleşiyi okurken/dinlerken dikkatimi çeken bazı noktalar geçen yazımda (Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor) ele aldığım konuyla yakından ilgiliydi.
“Şu anda Avrupa, bizim 90’lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor” diye yazmıştım o yazıda.
Göle’yi dinlerken yaşadığımız dönemin Avrupa için neden “en sancılı” dönem olduğu meselesi biraz daha netleşti kafamda.
Bakın ne diyor Göle:
“Göçmenler Batı’da farklılıklarını göstermekten de keyif alır duruma geldiler. Avrupalı Müslümanlar artık Müslümanlıklarını daha çok görünür kılmaya çalışıyor.”
Gerçekten de basına kadar yansıyan “çatışma noktaları”na baktığımızda Avrupalı Müslümanlar’ın son yıllarda içinde yaşadıkları toplum içinde erime, kendilerini belli etmeden, farklılıklarını törpülemeye çalışarak yaşamak yerine kendi kimliklerini daha görünür kılma çabasında olduklarını, bir başka deyişle “kimlik siyaseti” güttüklerini görüyoruz.
Dikkat edin, geçmişte kızının mayo giymesini istemeyen dindar aile, bu çelişkiyi çocuğa rapor alıp jimnastik dersine sokmayarak halletmeye çalışırdı. Şimdi, kızının dinine uygun kılıkla havuza girme hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor.
Eskiden dinini, gelenek ve göreneklerini kendi kendine, pek de göstermeden yaşarken şimdi orucuna, namazına, bayramına saygı istiyor. İşyerinde ibadet yeri, helal etli yemek garantisi, ramazanda iftar molası talep ediyor.
Ve Göle’nin deyişiyle, bütün bu karşı karşıya gelişlerde birbirlerinin tolerans eşiğini deniyorlar. Zaman zaman çatışıyor; hatta şiddete varan çatışmalar yaşıyor, zaman zaman da pazarlık ediyorlar. Mesela, şehrinde art arda inşa edilen camilerden rahatsız olan Avrupalı, Müslüman göçmenle pazarlığa giriyor: “Cami yapıyorsun, bari minaresiz yap.” Ama Müslüman göçmen uzlaşmıyor. Diktiği minareleri, o toplumdaki varlığının meşruiyetinin simgesi olarak görüyor ve tam tersine minareleri daha da yükseltmeye çalışıyor. “Beni görmezden gelemezsin, beni yok sayamazsın; ben de dinim de burada, senin yanıbaşındayız” demeye getiriyor.
Bu, Avrupalı’nın 60’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü göçmen politikasına; yani “burada yaşayacaksan bana benzemeye çalış” politikasına karşı bir başkaldırı elbette ve sanırım kaçınılmaz bir başkaldırı… Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesi, bir tarafın kendini inkâr etmesi ya da gizlemesi temelinde yürüyebilecek bir şey olabilir mi? Böyle olursa sağlıklı bir toplumsal yapı doğabilir mi?
Öte yandan, “ev sahibi” Avrupalı’nın da bu başkaldırıdan huzursuzluk duymaması düşünülebilir mi?
İşte Avrupalı’yı panikleten ve “Müslüman Türkiye”nin AB dışında kalması talebini her geçen gün daha yüksek sesle ifade etmesine yol açan bu tablodur.
Aslında bu bizim 90’lı yıllarda yaşadığımız sürece çok benzer bir süreç. Bizde de “laikçi” elitlerin korkuları, “Eyvah, kuşatılıyoruz; yaşam tarzımız elden gidiyor” paranoyaları, kamu alanındaki görünürlükle birlikte başladı. Dindarlar daha çok kendi köşelerinde yaşarken, kamu alanına pek çıkmazken; çıktıkları zaman da “oldukları gibi” değil, modernitenin kabul sınırlarını gözeterek ve kendilerini bu sınırlara uydurmaya çalışarak çıkarken, 90’lı yıllardan itibaren farklı davranmaya başladılar. “Ben buyum, beni olduğum gibi kabul etmek ve kamu alanında bana da yer açmak zorundasın” dediler. Zaten kıyamet de o zaman koptu.
Biz şu anda 90’lı yıllarda yaşadığımız şoku atlatma bakımından Avrupa’dan epey ileride bir noktadayız ve bu anlamda Avrupa’nın bizim deneyimimizden öğreneceği çok şey var.
Ama hemen söylemek gerekir ki, bugünkü sancılı sürecin yaşanmadan atlatılması imkânsız. Avrupa bu süreci yaşamak zorunda; Müslümanlar belki bir süre daha kimlik siyasetini ön plana çıkarmak zorunda. Ama unutmayalım ki iki farklı kültür arasındaki bu karşılaşma ve çatışma hali iletişimsizlikten, çelişkilerin üstünü örterek geçiştirmekten, birbirini görmezden gelerek yaşamaktan daha iyidir. Çünkü yaşanan çatışma da olsa bir iletişimdir ve iletişim varsa birbirini etkileme, uzlaşma, anlaşma ihtimali de vardır.
Türkiye de, Avrupa da gelecekte mutlaka kimlik siyasetlerinin daha geri plana çekildiği, onun yerini karşılıklı etkileşimin, ortaklaşa yaşam mekanları ve ortak bir dil oluşturma çabalarının aldığı günlere varacaktır.
Sözümüzü yine Göle’nin bir cümlesiyle bitirelim:
“Birliktelik hukuk oluşturur, birliktelik sorumluluk oluşturur, birliktelik yeni sorunlar oluşturur ama hiçbiri öldürücü, çözümsüz değildir. Bu durum hem bizi hem de kabiliyetlerimizi geliştirir, en iyisi de sorun çözme kabiliyetimizi geliştirir.”
Bugün, 12.06.2009