Olaylar ve yaşananlar kelimelerden ve cümlelerden daha fazla anlatım gücüne sahiptir. Geçtiğimiz hafta Almanya’da vuku bulan bir hadise de böyleydi. Alman Genelkurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhan görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Bunun sebebi Afganistan’daki Alman birliklerinin Kunduz’da yaptığı bir operasyonda 142 sivilin ölmesiyle ilgili raporların Savunma Bakanı Jung ve hükümetten gizlenmesiydi. Bu rapor basına sızdı ve Bild gazetesinde (Hürriyet’in Alman partnerı mıydı?) yayınlandı.
Gerçekten de, yedi yıldır görevde olan general, eylül başında hem yüksek riski biline biline operasyon yapılmasını hem de çok sayıda sivilin hayatını kaybetmesini amiri Savunma Bakanı Franz Josef Jung’dan gizlemişti. Haber duyulunca yeni bakan Karl-Theodor zu Guttenberg, generali makamına çağırıp açıklama istedi. Sorumluluğu üstlenen general istifasını sundu. Savunma Bakanı Yardımcısı Peter Wichert de aynı gerekçeyle görevden ayrıldı. Ancak, olay bununla kapanmadı. Muhalefetteki Sosyal Demokrat Parti ne olup bittiğinin daha geniş şekilde araştırılması için meclis komisyonu kurulmasını istedi. Eski bakan Jung’u, konudan uzunca bir süredir haberdar olduğunu ileri sürerek, yeni hükümetteki Çalışma Bakanlığı görevinden istifa etmeye çağırdı. İstifa ertesi gün gerçekleşti.
Bu bana 1990’ların başlarında Alman-ya’da bizzat şahit olduğum, sivil-asker ilişkileri bakımından çok anlamlı bir başka olayı hatırlattı. 1993 veya 1994’tü. Ankara’da yerleşik Dış Politika Enstitüsü, bir Alman kuruluşuyla Bonn’da bir toplantı düzenlemişti. O yıllarda DPE’de part time çalışmaktaydım. Toplantıya gittim. Yaklaşık 30 kişi küçük bir salonda gündemdeki uluslararası konular üzerinde tartışmaktaydı. Dış politika işlerini pek sevmediğimden, salona giriş çıkış kolay olsun diye, kapıya yakın bir sandalyeye oturmayı tercih etmiştim. Bosna savaşının ele alındığı oturumun başlamasından birkaç dakika sonra üniformalı, uzun boylu bir adam içeri girdi. Yanımdaki boş sandalyeye benden izin isteyerek oturdu. Rütbelerden hiç anlamadığım için adamın askerî hiyerarşinin neresinde olduğunu bilemedim. Bir ara söz istedi. Almanya’nın Bosna’ya asker göndermesinin mümkün olup olmadığı tartışmasının bir asker olarak kendisini ilgilendirdiğini söyledi ve bazı yorumlar yaptı. Oturumu yaşlı bir Alman profesör idare etmekteydi. Komşumun sözlerini tamamlamasından sonra bu profesör ve diğerleri onu öyle bir eleştirdiler ki, neredeyse kaldırıp kaldırıp yere çaldılar. Adamın durumuna üzüldüm. Oturumun kapanmasına birkaç dakika kala ayağa kalktı, çantasını aldı, beni başıyla selamlayıp kapıya yöneldi. Kim olduğunu merak ettiğim için peşinden çıktım. Binadan çıktı. Kapının önünde bekleyen bir Mercedes otomobile yürüdü. Arabanın başında iki subay vardı. Selam verdiler. Bir asker bagajı açtı, komşum elindeki çantayı atarcasına bagaja koydu. Bagajı açan kişi sonra sağ arka kapıyı açtı. Komşum arabaya bindi ve araç gitti. Bu adamın kim olduğunu gerçekten merak etmiştim. Bir iki dakika sonra ara verilince oturum başkanı Alman profesöre yaklaşıp onun kim olduğunu sordum. Cevabı “Alman Genelkurmay Başkanı” oldu.
Bu iki olayın Almanya’da vuku bulmuş olması çok daha anlamlıdır. Zira, Almanya, Prusya üzerinden kuvvetli ve köklü bir militarist geleneğe sahip bir ülke olarak ün yapmıştır. Bu militarist zihniyet ve geleneğin çok iyi bir anlatımı Ludwig von Mises’in Türkçeye çevrilen ve Liberte Yayınevi tarafından yakında yayımlanacak olan “Kadiri Mutlak Devlet: Total Devletin ve Savaşın Yükselişi” adlı eserinde yer almaktadır. Bu kitaptan öğrendiğimize göre Almanya’nın doğuşu sürecinde Prusya militarizmi kendine özel bir statü ve imaj inşa etmiştir. Alman militarizmi her zaman orduyu ülkenin merkezinde görmüş ve güçlü bir ordunun güçlü bir Almanya demek olduğuna inanmıştır. Bu yüzden, o dönemde, Avrupa’da, Almanya için, Fransa ve İngiltere’den farklı olarak, ordusu olan ülke yerine ülkesi olan ordu denmiştir. Türkiye, “modernleşme” sürecinde, bu Alman militarizminden çok etkilenmiştir.
Almanya zaman içinde militarizmi geriletmiş ve aktarılan sembolik olayların gösterdiği üzere askeriyeyi sivil otoritenin emir ve denetimine sokmayı başarmıştır. Açıktır ki bunun başarılmasında başka faktörlerin yanında Almanya’nın zorla “Batı” (Almanlar da, mesela İkinci Dünya savaşı öncesinde, Fransa ve İngiltere’yi “Batı” olarak adlandırır ve “Batılılaşmayı” kınayıp reddederdi!) blokuna dahil edilmesi ve Batı’nın asker-sivil ilişkisi standartlarının bu ülkeye dayatılması önemli rol oynamıştır. İlginçtir, buna karşılık, Türkiye, o günden bu güne, militarizmi, gevşetmek ve geriletmek yerine derinleştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bunda elbette birçok faktör rol oynamış olmalıdır. Bana göre en başta gelen faktörlerden biri Türkiye’nin görünürde Batı blokuna katılmasına rağmen bunun asker-sivil ilişkileri bakımından hiç gerçekleşmemiş olmasıdır. Batı, özellikle ABD, Türkiye’yi Almanya gibi ortak bir değerler ve siyasi sistem havzasında yer alan bir ortak olarak değil, Batı’yı Sovyetler’den korumak için yararlanılacak bir savunma ortağı veya ileri cephe olarak görmüştür. Bu anlayışın günümüzde ne kadar değişmiş olduğu da tartışmaya açıktır. Biraz gerilemiş olsa da ortadan kalkmamıştır. Nitekim, bu gerçek, Amerikalı yetkililerin Türkiye’yi ikide bir “ABD’nin iyi bir arkadaşı” ve “Amerikan milli menfaatleri bakımından önemli bir ülke” olarak adlandırması-vasıflandırması olgusunda kendisini göstermektedir.
Batı’nın Türkiye’yi Almanya gibi eşit bir ortak olarak algılamadığının belki de en sembolik fakat en anlamlı işareti NATO içinde sadece Türkiye’ye Savunma Bakanı-GKB ilişkisinde bir istisna tanınmasıdır. Bildiğim kadarıyla eski-yeni hiçbir NATO üyesine benzer bir istisna tanınmamış, yani genel kuralı çiğneme hakkı verilmemiştir. Daha önce de yazmıştım ama tekrar etmekte fayda var. NATO toplantılarında Türkiye bir protokol sıkıntısı yaratmaktadır. Başka bir deyişle militarist yüzünü, müttefiklerinin göz yumması sayesinde toplantılarda göstermektedir. Savunma bakanları toplantısında bakanlar masada, askerler uzman olarak arkada otururken, bunu kabul etmeyen Türkiye toplantılara bakan-GKB ikilisiyle değil daha alt rütbeden bir subayla katılmakta ve böylece ilgili asker, bakanın arkasında oturabilmektedir. Bakan-GKB toplantıya katıldığında GKB’nın önde, bakanın arkada oturması gerekecek ve bu komik bir durum ortaya çıkartacaktır. NATO bu uygulamayı değiştirmesi, yani GKB’nı Savunma Bakanlığı’na bağlaması için Türkiye’ye baskı yapmamıştır. Bu yüzden, Türkiye’de militarizmin geriletilmesine NATO üyeliğinin yaptığı katkının çok sınırlı kaldığı söylenebilir. Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinin normalleştirilmesi tartışılırken bu husus da göz önünde bulundurulmalıdır.
04.12.2009, Zaman