Evet, bu yazıda epey önemli ifşaatlar yapacağım. Ama önce iki kısa hikaye anlatayım size.
Bundan üç yıl kadar önce, Washington’da düzenlenen bir panelde Kemalist kesimin ağır toplarından biriyle tartışmıştık. Konu başörtüsüne geldi ve muhatabım “Suudi Arabistan, o sıkmabaşların hepsine ayda 200 dolar maaş ödüyormuş” deyiverdi.
“Nerden biliyorsunuz” dedim. “Sağlam kaynaklardan duydum” dedi.
“Peki böyle bir şeye nasıl aklınız yatıyor” dedim. “Yatmaz mı” dedi. “Başka türlü ne diye o cendereleri kafalarına geçirsinler? Akla aykırı!”
“Sizin aklınıza aykırı olabilir, ama onların başka türlü düşünebileceklerini niye kabul etmiyorsunuz” falan dedimse de fayda etmedi. Karşımdaki, “öteki taraf”ın “satın alınmış” olduğuna adı gibi emindi.
İkinci olayı ise İstanbul’daki ABD konsolosluğunda düzenlenen bir resepsiyona katıldıktan sonra yaşadım. İslamcı bir dostumla sohbet ederken “ben de geçen gün Amerikalıların davetindeydim” deyince, “ooo” dedi, “Sana da zarf verdiler mi?” “Ne zarfı abi” dedim. “Meyve suyu, fındık-fıstık filan verdiler ama zarf marf yoktu.”
Ama pek ikna edemedim. Muhatabım, ABD konsolosluğunun “Amerikancı gazetecileri beslediğine” inanıyordu. Bu işin resepsiyonlarda zarf içinde dağıtılan dolarlarla yapıldığını da “sağlam kaynaklardan” duymuştu.
Buna benzer başka hikayelerim de var aslında, ama uzatmaya gerek yok. Çünkü her ikisinde de ortak olan “zihniyet”le zaten hemen her gün gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında ve dost sohbetlerinde karşılaşıyoruz.
Zihniyetin özü, başka insanların başka türlü düşünüyor olabileceğine bir türlü inanamamak. Bunun doğal sonucu da o insanların ancak “hain” ve “satılmış” olduğuna hükmetmek.
Son günlerde gündeme gelen “medyada MOSSAD’ın beslediği kalemler var” laflarını da ben böyle yorumluyorum.
İşin ilginç tarafı, ben aslında bu suçlamayı getirenlerle büyük ölçüde paralel bakıyorum “Özgür Gazze” seferine. Bence de olay kahramanca bir “insani yardım ve sivil direniş” eylemiydi. Bu işe ön-ayak olan İHH’nın ne İsrail’den izin alma zorunluluğu vardı, ne de “aman, Türk-İsrail ilişkilerini germeyelim” gibi siyasi hesaplar yapma.
Greenpeace nasıl hiçbir şeyi takmadan dünyanın her tarafında çatır çatır eylem yapıyorsa, Özgür Gazze filosuna katılan İrlandalılar nasıl “İsrail-İrlanda ilişkileri”ni umursamadılarsa, bizimkiler de doğru bildiklerini yaptılar. Tekrar helâl olsun.
Ama bu işe dudak büken, hatta “İsrail’i niye küstürdük ki” diye kızan Türkler de bence “satılmış” değil. Sadece dünyaya farklı bir yerden bakıyorlar.
Gelin, size bunları ifşa da edeyim.
Hemen hepsi, “Batı-merkezli” bir dünyada yetişmiş, değer yargıları ve bilgi kaynakları sadece buradan gelen “Beyaz Türkler.”
Bazıları, siyasi refleksleri Soğuk Savaş’ta şekillenmiş ve “büyük güçleri kızdırırsak bedelini ağır öderiz” diye endişelenen eski nesil “dış politika eliti.”
Diğer bazıları da, İslam’a ait her şeye alerjisi olan ve Müslüman dünyaya olabildiğince uzak durmak isteyen “yerli İslamofoblar.”
Ben bunların hepsinin yanlış düşündüğüne, ama düşüncelerinde samimi olduklarına inanıyorum. “Satılmış” diye yaftalanmalarına da, ispat edilmedikçe, karşıyım.
Ve dahası inanıyorum ki bu “satılmışlık” edebiyatını aşabilir ve birbirimize “hakikaten ne düşünüyor bunlar” diye kulak verebilirsek, sadece karşımızdakilere değil kendimize de iyilik yapmış olacağız. Çünkü birbirimizden bir şeyler öğrenmeye ve kendi düşüncelerimizi biraz daha rafine hale getirmeye başlayacağız.
Bu ülke için en büyük “açılım”lardan biri de bu olmuş olacak.
Star, 16.06.2010