Geçenlerde değerli meslektaşım Ufuk Uras ile Liberal Düşünce Topluluğu’nun youtube kanalında özgürlük ile sosyalizm ilişkisi üzerine güzel bir tartışma yaptık. Tartışmamızda Ufuk Uras Marx’a ve Marx’ın ‘devletin sönümlemesi’ tezine ilişkin bir söz kullandı. Daha doğrusu bu teze inandığının işaretini verdi.
Kısaca hatırlayalım, Marksist teoriye göre önce proleterya diktatörlüğü kurulacaktır. Bu geçici safhada komünist topluma, yani mülkiyetin tamamen kamulaştırıldığı, tüm özel mülklerin ortak mülkiyete dönüştürüldüğü bir sisteme geçişin alt yapısı hazırlanacaktır. Sonunda devlet sönümlenecek ve devletsiz topluma ulaşılacaktır.
Tartışmanın merkezî konusu olmamakla beraber, ben bu görüşün bir ‘balon’ olduğunu ve Marksist öğretinin Marx’ın istediği gibi devletin sönümlenmesiyle değil, aksine devletin değişmez şekilde ve kalıcı olarak despotlaşmasıyla sonuçlanacağını belirterek kısa bir cevap verdim. Bu yazıda bu konuyu biraz daha ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.
Cevabıma ilk delil olarak 20. Yüzyıl’da kurulmuş ve Marksist sosyalizmi resmî ideolojisi olarak kabul etmiş bütün ülkelerin özel mülkiyet dâhil tüm insan hak ve özgürlüklerini ihlâl eden despotik devletlere sahip olduğunu gösterebilirim. Ancak bu delile o rejimlerin tümünün ‘reel’ sosyalist olduğu ve aslında sosyalizmden bir sapma teşkil ettiği söylenerek cevap verilebilir. Bana göre elbette bu cevap inandırıcı ve tatminkâr değil. Yaklaşık kırk ülkede aynı özelliklerle rejimlerin kurulmuş olması bana bir sapmadan ziyade teorinin doğal sonucunu gösterir gibi görünüyor. Ancak, buna rağmen, konuyu teorik çerçevede ele almak da mümkün.
Bu konudaki temel argümanım, çok iyi bir iktisatçı ama maalesef kötü bir felsefeci olduğuna inandığım Murray Rothbard’a uzanan ‘mülklerin idaresi’ problemine dayanıyor. İddiam şu: Bu kaçınılmaz problem sosyalizmi mecburen despotik devlete sürükleyecektir.
Bu argüman şöyle özetlenebilir:
Özel mülkiyet bireyler ile nesneler arasında kurulan ve sosyal, hukuki, psikolojik vb. özelliklere sahip olan bir bağdır. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması mülke konu olan nesnelerin değil bu bağın ortadan kaldırılması anlamına gelir. Özel mülkiyet bağları yok edilse bile -ki bu da çok tartışmalı- mülkler kalacaktır, kalmak zorundadır, zira insanların hayatları ve refahları o mülklerin var olmasına ve kullanılmasına bağlıdır. (Bu noktada özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının yaratacağı yeni mülkleri üretim problemlerini ve kaçınılmaz olarak doğacak fakirlik sorununu ihmâl edebiliriz). Dolayısıyla özel mülk sisteminde olduğu gibi kamu mülkiyeti sisteminde de mülklerin idaresi problemi var olmaya devam edecektir.
Bir özel mülk sisteminde mülkiyete ilişkin kararlar onların sahipleri tarafından verileceği için mülklerin idaresi alanında karşılaşılan problemler nispeten az olacak ve hür toplumsal sistemin işleyişini aksatmayacaktır. Buna karşılık, kamu mülkiyetinin olduğu yerde problem olanca ağırlığıyla boy gösterecek ve çözüm bekleyecektir. Kamu mülkiyeti sistemi her şeye herkesin eşit derecede sahip olması demek olduğuna göre teorik olarak tüm insanlar tüm malları fiiliyatta ise erişebildikleri malları kullanma talebinde bulunabilecektir. Bu taleplerin çoğu yer, zaman ve mal bileşimleri bakımından çakışacak ve insanlar arasında çatışmalara, ihtilâflara yol açacaktır. Bu çatışmaların, ihtilâfların mutlaka bir şekilde çözülmesi gerekir, zira aksi takdirde toplumsal hayat berhava olur.
Çatışan talepler sorununa kim, nasıl çözüm bulacaktır? Hangi malı kimin, nerede, ne zaman, hangi miktarda veya sürede kullanacağına kim karar verecektir? Bu basit bir sorun değildir, tam da tersine, Marksist teoriyi kalbinden vurmaya izin verecek bir problemdir.
Kısaca, Marksizmin egemen olduğu her toplumda problemi çözmek için karar verecek bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç ister bir kişi isterse bir heyet olsun toplumun diğer bireylerinden otomatikman farklılaşacaktır. Ayrıca bu gücün sadece karar almaya değil aldığı kararları uygulamaya da kabiliyeti olması beklenir. Öyle ya, uyulmayan kararlar almak ne işe yarar? Bu da söz konusu gücün insanları zorlama yetkisine ve araçlarına, yani polise ve orduya, sahip olmasını gerektirir. İşte bu süreç despotik devlete götüren süreçtir. Sonunda devlet vatandaşlar karşısında kahredici bir güce sahip olacak ve vatandaşlar özel mülkiyet hakkından da mahrum oldukları için bu despotik devlet karşısında, tüm sosyalist ülkelerde de vuku bulduğu üzere, aciz, çaresiz kalacaktır.
Marx’ın devletin sönümlenmesi teorisinin asla gerçekleşmeyecek bir hayal olduğu yeterince açık değil mi? Marksist teoriye hâlâ sıkı sıkıya bağlı kalanlar bu yazıda kısaca açıklanan mülklerin idaresi problemine makul, mantıklı, işe yarar bir çözüm bulmadığı sürece başka türlü düşünmek için bir sebep göremiyorum. Sonuç olarak Marx’ın ‘proletarya diktatörlüğü’ dediği despotik devlet geçici değil kalıcı olacaktır ve ne ‘sınıfsız’ topluma ne de devletin sönümlenmesine asla ulaşılamayacaktır.