“Düşün ki bir güzellik yarışması yapılmış, kızların hiçbiri katılmamış…”
Maltepe Üniversitesi’nin akla ziyan bir kararla kız öğrenciler arasında güzellik yarışması yapma kararı aldığını duyduğumda ilk aklımdan geçen cümle bu oldu. Savaş karşıtlarının malum hayalini ifade eden “Düşün ki savaş çıkmış, kimse gitmemiş” sloganını bu duruma uyarlayıvermişim kafamda.
Benzetme kimilerine -özellikle erkeklere- abartılı gelebilir ama bu tür yarışmaların ve kadın güzelliği etrafında dönen bütün o faaliyetlerin, kadın kişiliği üzerinde savaş kadar tahripkâr olduğunu o kadar iyi biliyorum ki…
Ama bu arzumun olmayacak bir hayal olduğunu da biliyorum.
Katılacaklar… Hem de akın akın katılacaklar. Hatta daha şimdiden önlerinde bekleyen finalleri unutup geceleri yatağa yattıklarında kraliçelik hayali kurmaya başladılar bile. Bu hayal zihinsel enerjilerinin yarısını yutup konsantrasyonlarını darmadağın edecek. Bir kez daha tuzağa düşecekler. Ergenliklerinden başlayıp yaşlılığın kabulüyle sona erecek olan “büyük esaret” bir kez daha avucunun içine alacak onları. Bir kez daha dış görünüşlerinin esiri olacaklar.
“Nasıl görünüyorum?”
Kadın cinsi, hayatı boyunca kendinin dışarıdan görüntüsünün esiri olarak yaşar. Bu esaretin bedeli, dünyanın yarısını oluşturan bir cinsin, kendini gerçekleştirememesi, kendi sınırlarına ulaşamamasıdır. Yaşadığı hiçbir şeyi tam olarak yaşayamaması, hayatın tadını çıkaramamasıdır.
Bütün kadınlar o “büyük esareti” bilir. Kadın için, bir şeyi yaparken nasıl göründüğü, nasıl algılandığı yaptığı şeyin önüne geçer hep. Çocukluktan çıkıp kadınlar dünyasına adım attığı engenlikle birlikte, artık başlıca uğraşı, kendi kendisinin gözlemcisi olmaktır. Sesini değil, sesinin yankısını başkasının sesiymiş gibi dinleyebilir. Bakışlarındaki anlamı bir başkasının bakışıymış gibi seyredip gerekli rötuşları yapabilir. Adeta kendi simülasyonunu yaratır ve ona bakarak kendini sürekli yeniden yaratmaya çalışır. Örneğin bir kadın koşmaya kalktığında poposunun sallanıp sallanmadığını, göğüslerinin hoplayıp hoplamadığını aklından çıkaramaz. Sonuçta koşmaya, sadece koşmaya konsantre olamaz. Yüzerken, koşarken, top oynarken, atlarken, zıplarken hep vücudunu kollamak, onu “başkalarının gözünden” seyretmek zorundadır. Bir genç kız bir enstrüman çalmaya kalktığında, nasıl çaldığı kadar çalarken nasıl göründüğüyle ilgilidir. Bir toplulukta konuşurken, belki ne söylediğinden çok; konuşurken nasıl göründüğüne takar kafayı. Zihninin yarısı, ağzından çıkan sesin tonunda, yüzünün mimiklerindedir.
Sonuçta kadın, kendi kendisinin önünde bir perde olur ve o perde dış dünyayı algılamasını -ve tabii ki dönüştürmesini- engeller. İlgi alanı, kendisini seyrettiği aynanın görüş alanıyla sınırlanır. Ufku daralır, hiçbir şeye zihnini tam veremez, yoğunlaşamaz hale gelir. Bu yoğun gözlemleme faaliyeti öyle müthiş bir enerji yutar ve kadın bu çaba içinde o kadar bitap düşer ki, geriye yaşadığı dünyayı anlamak, öğrenmek ve değiştirmek için gereken enerji kalmaz.
Üniversite de böyle yaparsa
Kadın cinsinin “ikinci cins” olmaktan kurtuluşu bu çemberi kıran, kendi güzelliğinin tutsağı olmamayı başaran, kendini dışarıdan seyretmeyi bırakıp dünyayı seyre koyulan kadınların çoğalmasıyla gerçekleşecek besbelli ki…
İyi de, üniversite bile kız öğrencilerine güzelliğinin sahip olduğu en değerli sermaye olduğunu hatırlatmaya devam ederse nasıl çıkacak o öğrenciler bu kısır döngüden? “Güzel bir kariyer için ilk adım” sloganıyla kadınlar için güzel bir kariyerin olmazsa olmazının güzellik olduğunu bir kez daha kafalarına kakmak bir eğitim kurumuna mı düşerdi! O öğrenciler bunun için mi geçti bütün o Sırat köprülerinden? Bunun için mi milyonlar arasından sıyrılıp üniversite okumak istediler?
Böyle eğitim kurumuna yazıklar olsun!
Bugün, 28.04.2012