Bizim memlekette “anlam kayması”na uğrayan bir sürü kavram var. Biri, “liberal”lik. Bu kelime, pek çok kişinin zihinde, aşağı-yukarı, “Kemalist olmayan, dindarlara saygılı, ama dinle-imanla pek alakası olmayan kişi” anlamına geliyor. Onun için de, tamamen aynı siyasi ve ekonomik görüşleri savunan iki ayrı adamdan viski içenine “liberal”, camiye gidenine “muhafazakar” denebiliyor.
İşin bu popüler boyutu bir yana, son dönemde bir de liberalizmin teorisine dair bir şeyler yazarak bunun illa dinle çelişik bir fikir olduğunu savunanlar var. Fikirlerine, birikimine ve ahlaki duruşuna büyük saygı duyduğum Ali Bulaç ağabey, başta geliyor. Evvelki hafta Zaman’da yayınlanan “İslam, liberalizm ve özgürlük” başlıklı yazısında bu konuyu bir kez daha ele aldı. Liberallerin “dine ve Tanrı’ya karşı özgürlük” davası güttüklerini, dahası “nefsin istek ve tutkularını, bedenin zevklerini kısıtlayan her engele karşı serbestlik” hedeflediklerini ileri sürdü. Yani buna göre liberalizm düpedüz “Allahsız” ve epey de “ahlâksız” bir şeydi…
Hangi ‘liberaller’?
Gerçekte ise, Ali Bulaç ağabeyin anlattığı, liberalizmin sadece bir versiyonudur. Özellikle de Fransa’da neşvünema bulan bir koludur. Buna karşılık Anglo-Sakson liberalizmi, “dine karşı özgürlük” değil, “din özgürlüğü” vurgusu yapar. Hatta Amerika’ya baktığımızda “din sayesinde özgürlük” temasını bile görebiliriz.
Bu farklılıklar, söz konusu ülkelerin siyasi tarihleriyle yakından ilgilidir. Fransa’da dini temsil eden kilise, mutlaki bir yönetim kurmuş olan kraliyet ile ittifak içindeydi. Onun için de krallık karşıtı “özgürlük” hareketi aynı zamanda din karşıtı bir boyut kazandı. Fransız Devrimcileri, sadece kralı ve aristokratları değil, din adamlarını da öldürdüler.
Britanya’da ise kraliyet daha 13. yüzyıldaki Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) ile liberalleşmeye başladığı için, bu ülkede liberalizm ne krala ne de dine karşı oldu. Aksine, İskoç, İngiliz ve İrlanda liberallerinin önemli bir kısmı, dini, özgür bir toplumu dejenerasyondan koruyan ahlaki değerlerin kaynağı olarak gördüler.
Bu geleneğin en büyük ismi olan John Locke, inançlı bir Hıristiyandı, hatta “Hıristiyanlığın Akla Uygunluğu” diye bir kitap yazmıştı. Farklı dini inançlara karşı (Yahudilik ve İslam dahil) hoşgörüyü savunmuş, “bir tek ateistlerin hoş görülemeyeceğini”, çünkü “Tanrı’yı düşüncelerinden çıkarmakla… toplumun bağları olan sözleşmeler, anlaşmalar ve yeminlerin temelini tanımadıklarını” ileri sürmüştü.
‘Yaratıcı’nın verdiği haklar’
Amerika’yı ise zaten “din özgürlüğü” arayarak yollara dökülen göçmenler kurdu. John Locke’tan esinle yazdıkları Bağımsızlık Bildirgesi’nde, “her insanın eşit yaratıldığını, Yaratıcı’nın hepsine çiğnenemez haklar bahşettiğini, bunların arasında hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkının bulunduğunu” ilan ettiler.
Başkan John F. Kennedy de ABD’nin kurucularının temel aldığı ilkeyi şöyle özetlemişti: “İnsanın hakları, devletin bonkörlüğünden değil, Tanrı’nın elinden çıkmıştır.”
Bu mu, “dine ve Tanrı’ya karşı özgürlük” bayrağı açan liberalizm?..
Sanırım tüm bunların Türkiye’de pek bilinmemesi veya dikkat çekmemesinin sebebi, bizdeki modern siyasi kavramların kıta Avrupası’ndan ve özellikle de Fransa’dan devşirilmiş olması. Bu tek yanlılığın Kemalistleri körleştirdiğini hep söylüyoruz; ama anlaşılan bazı İslamcılarımızı da yanıltabiliyor.
Star, 21.10.2009