Geçtiğimiz Pazar, Liberal Düşünce Topluluğu’nun (LDT) kuruluş yıldönümü münasebetiyle toplandık. Şiddetli yağmura ve soğuk havaya aldırmadan gelenler Alim Yılmaz, Ömer Çaha, Bekir Berat Özipek ve Atilla Yayla’yla eski günleri yad eden bir sohbetin tadını çıkardı. Gelemeyenler, internetten izleyebilir.
LDT fiilen 26 Aralık 1992’de kurulmuş. Hükmî şahsiyet kazanması ise 1 Nisan 1994. O tarihlerde ben, başrolünü Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın oynadığı ‘Hastane’ dizisini izlemekten müthiş keyif alan bir öğrenciydim.
‘Hastane’ dizisinde parayı çok seven, para için her türlü dümeni çeviren hasta bakıcı Hakkı karakterini tarif için ‘liboş’ kelimesi kullanılırdı. Bu tür yayınların da etkisiyle bizim nesil, liberal veya liberalizm kavramlarıyla tanışmadan çok önce “liboş” kelimesini duydu, öğrendi.
O zamanlar liboş kelimesi “paraya tapan, kolayca satın alınabilen, çıkarından başka hiçbir şeye değer vermeyen insan” anlamında liberalleri tarif ve tahkir için kullanılıyordu. Sonraki yıllarda okuduğum Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında da kötü insanlar hep liberal partide toplanmıştı. Liberaller kötü ve seciyesiz insanlar olmalıydı.
Liboş kelimesinde tebarüz eden küçümsenme ve aşağılanma hâli, uzun yıllar liberallerin üstüne yapıştı kaldı. Pazar günü Berat Özipek hocanın da işaret ettiği üzere, bu yanlışın tashihine ve liberal kelimesinin otantik (doğru) anlamıyla kullanılmaya başlamasına en büyük katkıyı, yaptığı yayın ve faaliyetlerle LDT verdi.
Batılı hayat tarzına sahip, toplumuna yabancı, seküler tipler vardı bir de. Liboş denilen bu tiplerin hem en etkilisi hem de en meşhuru Ertuğrul Özkök’tü. Liboş veya liberal deyince Özkök, Mehmet Altan ve Serdar Turgut gibi isimlerin akla geldiği 90’lı yıllar ve 2000’lerde, ana gövdesini muhafazakârların oluşturduğu bir toplumun liberallerden ve liberalizmden ifrit olması için yeterince sebep mevcuttu.
Teyz’oğlunun, ondan çok benim kullandığım küçük bir kütüphanesi vardı. Mihri Belli, Emin Çölaşan, Duygu Asena, Oral Çalışlar gibi isimlerin kitaplarını ilk defa orada görmüştüm. O kütüphaneden okuduğum kitaplardan biri de, Ahmet Emin Yalman’ın hatıralarıydı.
Adını ilk kez duyduğum bu gazeteci, tek parti döneminden Demokrat Parti’nin kuruluşuna ve bir darbeyle devrilişine kadar uzanan dönemde yakinen şahit olduğu hadiseleri anlattığı hatıralarında, Dünya Liberaller Kongresi’ne birkaç kez katıldığından iftiharla bahsediyordu. Liberalizmden ve liberallerden iyi bir şey gibi bahsedildiğine ilk defa bu hatıralarda şahit oluyordum. Galiba lisedeydim.
Liberalizmden sitayişle bahsettiğini duyduğum ikinci isim, üniversitede kamu maliyesi dersimize giren Coşkun Can Aktan’dı. Locke ve Hume’un adını ilk kez Coşkun Hoca’dan duydum. Ne anlama geldiğini bilmediğim ‘sınırlı devlet’ diye bir şeyi savunur, Lord Acton’ın “güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır!” sözünü sık sık tekrarlardı.
Birkaç kez odasına gittim, beni hep hoş karşıladı fakat sürekli meşguldü. Göz teması kurmazdı. Belki aklına gelmediğinden, belki bende ışık görmediğinden, belki o dönem liberalizmle ilgili Türkçe kaynak eksikliğinden herhangi bir kitap tavsiyesinde de bulunmadı. O günleri, liberalizme teğet geçtiğim dönem olarak hatırlıyorum. Hayatıma en az bir on yıl kadar daha bir ‘demokrat’ olarak devam edecektim. O yıllarda kendimi öyle tanımlıyordum çünkü.
O dönem pek revaçta olan e-gruplarda tartışmalara katılıyor, üzerinden kaç yıl geçtiği halde 28 Şubat’ın bütün kesafetiyle hüküm sürdüğü bir iklimde kaleme aldığım bildiri ve yazıları gazetelere, gazetecilere, dergilere, siyasetçi, parti ve derneklere e-posta ile gönderiyordum. Bunların bir kısmını arşivlemişim. Dönüp baktığımda, LDT ile ilk temasımı bu sırada kurduğumu fark ettim. AB ile ilgili yazılarımdan birini sitelerinde yayınlamışlar.
Kendini liberal olarak tanımlayan Gülay Göktürk’ün Yeni Yüzyıl, Sabah, Ilıcakların Tercüman’ı ve Bugün gazetelerindeki yazılarını uzunca bir süredir takip ediyordum. Hayranı olduğum bu yazarla sonraki dönemde LDT vasıtasıyla tanışacak ve çok sevecektim.
Tercüman gazetesi vasıtasıyla keşfettiğim bir diğer isim Mustafa Erdoğan’dı. Sonradan öğrendiğime göre LDT’nin kurucuları arasında imiş. LDT camiasından, gıyaben de olsa, tanıdığım ilk kişi olan Mustafa hocayla her ikimiz de farklı şehirlerden İstanbul’a taşındıktan sonra birkaç defa aynı mekânı paylaştık. Kısa bir sohbet ve hal hatırdan ileriye geçemedik.
İstanbul’a geldikten sonra, kendini 3H olarak adlandıran bir gruba tesadüf etmiştim. Nasıl ve nereden haberdar olduğumu hatırlamadığım bu grubun, sanırım, sadece iki toplantısına katıldım. Kerem Tibuk’un Akaretler’deki yazıhanesindeki son toplantıda, Taksim tarafında bir yerde Atilla Yayla’nın Hürriyet Mektebi adı altında vereceği bir seminerden bahsetti ve muhakkak katılmamı önerdiler. Atilla Yayla ismini ilk defa o gün, orada duymuştum. Buna çok şaşırdılar. Dediklerine göre çok önemli biriymiş. O kadar önemli olsa ben de duyardım diye geçirmiştim içimden. Yine de tavsiyelerini tutup seminere katıldım ve çok memnun kaldım.
Atilla hocayı ilk defa bu seminerde tanıdım. Çıkışta üç-beş kişilik bir grup halinde Gümüşsuyu’na doğru yürürken bana nerede oturduğum, ne iş yaptığım, nereden mezun olduğum gibi şeyler sordu. Bunun dışında iki şey kalmış aklımda: 1) Benim telefonum sende var mı? Yok. Kaydet o zaman, mesaj at ki ben de seni kaydedeyim. 2) Şemsiyen var mı? Yok. Benimkini al, hava yağacak sanki. Siz ne yapacaksınız? Benim evim yakın. Nasıl geri vereceğim peki? Bir dahaki görüşmemizde getirirsin. Sende de kalabilir, dert etme.
İlk defa gördüğü birine telefon numarasını ve şemsiyesini veren bu zat, Marquez’in romanlarındaki liberallere hiç mi hiç benzemiyordu. O güne kadar tanıdığım profesörlerin kahir ekseriyeti gibi burnu havada bir tip de değildi. Şaşırmıştım.
Atilla hoca ile münasebetimiz biraz yavaş, fakat istikrarlı bir şekilde gelişti. Haftalık seminerler başlayınca daha düzenli görüşmeye başladık. LDT çevresindeki çoğu kişiyi bu seminerlerde ve Atilla hoca vasıtasıyla tanıdım.
Pazar günkü paneli yöneten Alim Hoca’yla LDT’nin Fındıklı’daki ofisinde tanıştım meselâ. Dostane tavırları ve güven veren kişiliğiyle, felsefecilerle ilgili önyargılarımı zaman içinde yıktı. Bilgi ve tecrübesine güvendiğim, yanında en rahat ettiğim hocalardan biri olarak, geçen süre zarfında desteğini hiç esirgemedi benden. Alim hocanın gönlümdeki yeri bir başkadır.
Ömer Çaha’yla, ağırlıklı olarak LDT çevresinin katıldığı bir doğa yürüyüşünde karşılaştık diye hatırlıyorum. Edebiyatçı ve seyyah yönü de olan Ömer hocanın akademisyenliği mi, sanatkâr yönü mü daha kuvvetli diye hep düşünmüş, işin içinden çıkamamışımdır. Nezaketi, olgunluğu ve kaleminin kıvraklığıyla benzemeyi en çok istediğim insanların başında gelir.
Berat Özipek’le Gaziosmapaşa Üniversitesi’ndeki odasında tanıştık. O sırada Star gazetesinde yazıyordu yahut yeni bırakmıştı. Üniversite santrali üzerinden arayarak Tokat’ta olduğumu ve kendisiyle tanışmak istediğimi söylediğimde ertesi gün öğleden sonraya randevu verdi. Odası kolilerle doluydu. Gaziosmanpaşa’daki son günüymüş meğer. Sıkı bir liberalle, iyi bir akademisyenle tanıştığımı düşünmüştüm o gün. Zamanla anladım ki dünyanın (en azından benim küçük dünyamın) en âdil, en vicdanlı insanlarından biriyle de tanışmışım.
Sonsöz yerine
Bu yazının ilk kısmında liberal fikirlerle nasıl tanıştığımı ve yolumun LDT ile nasıl kesiştiğini anlattım. Daha kısa tutmaya çalıştığım ikinci kısımda ise pazar günkü söyleşinin konuşmacılarıyla nerede, nasıl tanıştığımdan bahsettim. Tanıdığım, sevdiğim ve bahse değer bulduğum liberaller, şüphesiz, bu isimlerden ibaret değil. Fakat çizgiyi bir yerden çekmek gerekiyordu.
Tanımaktan memnun olduklarım yanında, memnun olmadığım, bir türlü sevemediğim liberaller de var. Yani liberal olmak, başlı başına bir değer değil. Önemli olan iyi insan (Atilla hocanın tabiriyle “mayası sağlam”) olmak. Bu memleketin kendisini yetiştirmiş, mayası sağlam liberallere ve hangi görüşten olursa olsun iyi insanlara ihtiyacı var.