Milletvekili yemin töreninde Leyla Zana’nın ettiği yemin, “Türk Milleti” yerine “Türkiye Milleti” diyerek metne sağdık kalmadığı gerekçesiyle, Deniz Baykal tarafından kabul edilmedi. Bizim de missi gibi bir “yemin krizimiz” oldu.
Bu hiç yoktan çıkmış ve reel siyaset bakımından hakiki karşılığı olmayan bir durumdur. Baykal bunun “krize” dönüşmesini önleyebilirdi, ancak öyle yapmayı tercih etmedi.
Zira yeminde yapılan değişiklik aşırı bir bozma veya anlamı tümden değiştirecek çapta değildi. Aksine zor fark edilir türden bir müdahaleydi, rahatlıkla tolere edilebilirdi. Zaten, Zana yaptığı açıklamada daha önceki yemininde de “Türkiye Milleti” ifadesini kullanmış olduğunu söyledi. Ama o zaman bu pek dikkat çekmedi.
TRAVMATİK GEÇMİŞ
Aslına bakarsanız Baykal, sadece küçük bir müdahale yapıldığı için değil, 24 yıl önce yemin kürsüsünde ve sonrasında Zana’ya yaşatılan travmatik geçmiş sebebiyle de bunu görmezden gelebilirdi. Etnik Türklük referansıyla ideolojilenmiş bir devletten Kürtlüğü sebebiyle uzun yıllar ağır baskı görmüş bir kişiye bu kadarcık bir müsâmaha gösterilebilirdi herhalde.
Baykal, bunun, ilk bakışta teknik bir konu gibi görünse de, Türkiye’nin ağır yaralı ve kanamalı bir siyasî meselesine teması sebebiyle krize dönüşme potansiyeli taşıdığını görebilecek tecrübeye sahip bir politikacı.
Zira, Zana daha önce uğradığı küçük düşürücü davranışın hatırası ve bunun Kürt siyasî hareketindeki sembolik yeri sebebiyle tekrar yemin etmeyebilir. Bu durumda da teknik bir mesele olacak bir konu enerjiyi boş yere tüketen ve çözüm sürecine hiçbir katkı sağlamayacak bir kriz gündemi haline gelmiş olur.
Diğer taraftan, Zana’nın yeminiyle ilgili “krizin” esasen değiştirilen kelimeden değil, yemin etmeden önce Kürtçe siyasî mesaj vermesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Belki de dikkati çekmeyecek veya önemsenmeyecek bir değişiklik, bu çıkış sebebiyle öne çekilmiş oldu.
Şükür ki, 90’lar siyasî ikliminde değiliz, ve o köprünün altından hayli temiz su aktı. Ancak, yine de Genel Kurul salonunda, Zana’nın Kürtçe çıkışıyla olumsuz bir hava estiği ve bu rüzgâra kapılan Baykal’ın da yemin metnine bu kadar “takıldığı” kanaatindeyim.
Aslında, PKK’nın ateşkesi bozmasıyla başlayan 7 Haziran-1 Kasım “ara dönemine” kadar Kürt meselesi konusunda kamuoyu ve siyaset çok daha fazla psikolojik bir ilerleme kaydetmişti. Bu ara dönem yaşanmasaydı muhtemelen bu çıkış küçük de olsa bir krize dönüşmeden, sadece bir hoşluk olarak yaşanacaktı.
ARA DÖNEM
Maalesef yaklaşık 3 ay kadar süren bu sert silahlı çatışma iklimi ortak bir sosyal sözleşme kurma konusundaki bu sosyo-psikolojik ılımlılığı kısmen tahrip etti. Zana’nın bu çıkışı çözüm süreciyle ilgili yaşanan bir hayal kırıklığının eşliğinde yıllarca endoktirine edinmiş sinir uçlarında yeniden bir “anti-Kürt” uyarılmaya sebep olmuş olabilir. Yine de, salondan ve kamuoyundan gelen tepkinin düşük şiddeti kazanımların tamamen boşa gitmediğinin kanıtı olarak görülmelidir.
Ancak, PKK’nın silahlı çatışmayı başlatması ve bunun karşısında kimi siyasilerin, aydınların ve gazetecilerin bu şiddeti destekleme, meşru veya mazur görme eğiliminin kamuoyunun çözüm konusundaki motivasyonunu ve inancını ciddi ölçüde sarstığının da kabul edilmesi gerekir.
Bana kalırsa yemin konusunda asıl dikkat çekmesi ve önemsenmesi gereken nokta başka bir yerde duruyor. Zana, yeminini etmeden önce Kürtçe olarak “kalıcı ve onurlu bir barış umuduyla” ifadesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönerek ve ona hitaben söyledi.
Zana’nın bu hareketi, Kürt meselesinin çözülmesi talebi yanında, HDP’nin bir süredir yürüttüğü Erdoğan karşıtlığı ve Erdoğan’ı/AKP’yi çözüm konusunda muhatap almayı keskin ve suçlayıcı bir dille reddeden politikasına karşı sembolik bir itiraz olarak da görülebilir.
Daha önce söylediği “bu sorunu çözerse Erdoğan çözer” veya “Cumhurbaşkanı muhalefet partilerini bir araya getirsin” türünden ifadeleri ile birlikte düşünüldüğünde, Zana’nın HDP’nin bu politikasına karşı kısık sesle ama eleştirel bir duruş sergilediği söylenebilir.
Yeni Yüzyıl, 20.11.2015