Bir devletin vatandaşları dinî konularda farklı düşünebilirler. Herkesin aynı inanca, görüşe ve mezhebe inanmalarını beklemek ya da bu konuda vatandaşlara bir baskı uygulamak son derece yanlıştır.
Bu ancak diktatörlükle yönetilen ülkelerde görülen bir anlayıştır. Türkiye’de uzun yıllardır laikliğin orijinine uygun olmayan bir anlayış ve tutumla “laikliğin elden gideceği” söylemi geniş kitlelerin zihinlerine kazındı. Çünkü Türkiye’ye özgü bir laiklik anlayışına göre din (özellikle İslam) Batıcılığın, ilerlemenin, çağdaşlığın, pozitivizmin önünde bir engeldi. Bu yüzden Türkiye’de “Laiklik aslında doğası gereği sahip olmadığı iki görevi üstlenmiş durumdadır. Bu görevlerden ilki, uluslaşmanın itici gücü olmak, ikincisi ise aklın egemenliğine dayalı bir toplum düzeni gerçekleştirmektir. Laiklik, ulus devletin ulusunu yaratmak için seferber edilmeli/edilmektedir. Aynı şekilde akla uygun bir toplum da laiklikle inşa edilmelidir.” (Mümtazer Türköne, Sivil Toplum Dergisi, Mayıs 2005) Böylelikle laikliğin bütün medeni dünyada üstlenmiş olduğu misyon Türkiye’de tuhaf bir demagojiye dönüşmüştür. Daha açıkçası ideolojik bir araca dönüştürülmüştür laiklik.
Tehlikede olan laiklik mi?
Bu yüzden yeri geldiğinde örneğin 12 Eylül 1980 öncesi “din elden gidiyor” sloganıyla Müslümanlar korkutulurken diğer taraftan örneğini gerek cumhuriyet mitinglerinde gerekse şimdilerde gördüğümüz gibi “laiklik elden gidiyor” sloganıyla -laik olduklarını zanneden- kesimler korkutulmaya çalışılmaktadır. “Laik olduklarını zanneden” diyoruz; çünkü bu kesimler maalesef laikliği devletin dini kontrol etmesi ve denetim altında tutması olarak algılıyorlar. Yeri geldiğinde dini imdada çağıran, dinî okullar açtıran, din derslerini zorunlu kılan, ayrıca din işleri başkanlığı bulunan bir ülkede yeri geldiğinde din rahatlıkla yok sayılabiliyor ve hayat tarzlarını tehdit eden tehlikeli bir ideolojiye dönüşebiliyor. “Bu yüzden bugün de laikliğin elden gitmesi diye bir şey yok aslında. Eğer öyleyse açık veya örtülü darbe yapmaya çağıran Cumhuriyet mitingleri, darbe söylentileri, e-darbe uyarıları ne anlama geliyor? Ve eğer laikliğin elden gitmesi söylemi bir kuruntudan ibaretse, gerçekten elden gitmesinden korkulan nedir? O yüzden tehlikede olan laiklik değil, elitlerin iktidarıdır.” (Fikret Başkaya, Zaman, 2007)
Bu tür söylemlerin halkın taleplerini yok saymak ve bürokrat elitin çıkarlarını korumak adına ortaya atıldığını bilmem söylememize gerek var mı? Bu bakımdan gerçekten laikliğin tehlikede olduğuna inananlar ne insanların ailelerinden getirdikleri dinî inanışlara karşı olurlar ne de Türkiye’de dinin devlet tarafından denetim altında tutulmasına razı olurlar.
Çocuk devletin değil, ailenindir
Son günlerde bir babanın kızını başörtülü bir şekilde ilköğretim okuluna göndermesinin ardından Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf; “İlkokulda başörtüsü giyen çocuğu devlet alabilir.” açıklaması yaptı. Bu açıklamayla “çocuk kimindir?” sorusu bir kez daha gündeme gelmiş oldu. Öncelikle belirtmek gerekir ki; başörtüsü konusunda iklimin yumuşadığı, CHP’nin bile isteksiz de olsa katkı yapmaya kendisini mecbur gördüğü bir ortamda ötekini tahrik ederek ya da başörtüsü sorununun çözümsüz kalmasını isteyenlerin ekmeğine bal sürecek provokatif eylemlerden uzak durmak gerekir. “Çocuk kimindir?” sorusuna geri dönersek gerek anayasaya gerekse uluslararası insan hakları belgelerine göre “çocuk devletin değil, ailenindir”. Medeni Kanun’un 339. maddesi velayetin kapsamını, 340. madde eğitimini, 341. madde ise dinî eğitimini tanzim etmiştir. Madde 339: Ana ve baba, çocuğun bakım ve eğitimi konusunda onun menfaatini göz önünde tutarak gerekli kararları alır ve uygularlar. Çocuk, ana ve babasının sözünü dinlemekle yükümlüdür. Ana ve baba, olgunluğu ölçüsünde çocuğa hayatını düzenleme olanağı tanırlar; önemli konularda olabildiğince onun düşüncesini göz önünde tutarlar. Çocuk, ana ve babasının rızası dışında evi terk edemez ve yasal sebep olmaksızın onlardan alınamaz. Çocuğun adını ana ve babası koyar. Madde 340: Ana ve baba, çocuğu olanaklarına göre eğitirler ve onun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâkî ve toplumsal gelişimini sağlar ve korurlar. Ana ve baba çocuğa, özellikle bedensel ve zihinsel özürlü olanlara, yetenek ve eğilimlerine uygun düşecek ölçüde, genel ve meslekî bir eğitim sağlarlar. Madde 341: Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir. Ana ve babanın bu konudaki haklarını sınırlayacak her türlü sözleşme geçersizdir. Ergin, dinini seçmekte özgürdür.
Türkiye’deki mevcut eğitim sistemi ve devlet okullarının durumu göz önünde bulundurulacak olursa devletin çocuğu ailesinden alıp, kendi hazırladığı müfredatlar ve belirlediği kriterler doğrultusunda eğittiği gözlemlenmektedir. Müfredatlar hazırlanırken ailelerin inanç, kültür ve düşünce farklılıkları göz ardı edilmektedir. Yıllardır aile değerlerini ön plana çıkartarak hükümet olan siyasi partilerden hiçbiri eğitim söz konusu olduğunda aileyi direkt olarak bu sürece dâhil edememiştir. Seçim öncesi meydanlarda yüceltilen ailenin, söz konusu çocuğunun eğitimi olduğunda ne tarih boyunca getirdiği inancı, kültürü, düşüncesi ve mezhebi dikkate alınmakta ne de hazırlanan müfredatlarda gerçek anlamda söz sahibi olabilmesine imkân tanınmaktadır.
Oysa laik bir ülke, farklı inanç biçimlerini karşı karşıya getirip, çatıştırmaz. Çocuğu ailesinden kopartıp kendi inanç biçimine göre şekillendiremez. Aksine toplumu din çatışmalarından korur. M.Türköne’nin de ifade ettiği gibi laikliğin koruduğu devlet değil, toplumdur. Demokratik dünyada isteyen istediği inancı yaşabiliyor. Kimsenin başörtüsüne ya da herhangi bir dinî sembole karışılmıyor.
Ekonomisiyle, müfredatıyla, ders kitaplarıyla devletten tamamen bağımsız okulların açılmasına imkân tanınmalıdır. Devlet, bu okulların müfredatlarını sadece insan hakları açısından denetleyebilmelidir. Bunun dışında okullar istedikleri müfredatı hazırlayıp topluma sunabilmelidir. İsteyen, ideolojik parasız okul da açabilir. İsteyenler kendi dinî inançlarına yönelik ve kendi dillerinin de öğretildiği eğitim de verebilmelidir. Neticede arz talep meselesi… Bugün var olan özel okulların müfredatını bile devlet belirliyor. Aslında bu tekel kalkmalıdır. Türkiye’de yaşayan farklı kesimler, cemaatler vs. müfredatlarını ve eğitim politikalarını kendileri belirlemesi kaydıyla okullarını açabilmelidir. Neticede talep bulan okul devam eder, talep bulamayansa kapanır. Devlet okulları da olmalı ve işlevlerine devam etmelidir. Ve bu resmî okullar diğer özel okullarla rekabet edebilmelidir. Türkiye’de çeşitli eğitim kurumlarının kendi aralarında yapacağı rekabet hem eğitimin maliyetini düşürecektir, hem kalitesini artıracaktır hem de özgür düşünce kanallarını alabildiğine açacaktır. Bu durum üstelik laikliği ideolojik bir çıkar aracı olmaktan da kurtaracaktır.
Zaman-Yorum, 26.10.2010