Son Cumhuriyet Bayramı kutlamaları esnasında ortaya çıkan ve bayram havasına hiç yakışmayan nahoş görüntüler her şeyden önce bir “yönetim krizi”ne işaret etmektedir. İşin bu tarafı, en hafif deyimiyle, hükümetin basiret fukaralığından kaynaklanıyor. Resmi bayramları totaliter sistemlerin uygulamasına benzeyen halka karşı güç gösterileri havasından çıkarıp sivilleştirelim diyen hükümetin, sonuçta yine devletin inisiyatifinde yürüyen ve sivil girişimleri zorla dışlayan bir “kutlama” anlayışına gelmesi ne kadar da ironik! Oysa, bırakalım başlangıçtaki sivil kutlama vaatlerine kendisinin uymamasını, zaten epeyce bir süredir demokrat ve reformcu imajı ciddi şekilde yara almış olan ve toplumu kutuplaşmaya götürdüğüne doğru-yanlış inanılan bir hükümetin sırf bu nedenle bile yeni gerilimlerden kaçınması gerekmez miydi.
Sivil kutlama girişimlerini yasaklamaktaki basiretsizlik sadece yoktan yere işin içine polis müdahalesinin karıştırılmasında ve olaylı bir bayram görüntüsü doğmasına sebep olunmasında değil. AKP hükümeti açısından asıl basiretsizlik, “Cumhuriyeti kendisi kutlamadığı gibi Cumhuriyetçilerin de kutlamasına izin vermeyen bir hükümet” imajı yaratarak, kendi meşruluğunu kabul etmekte zaten isteksiz olan kesimlere bu tutumlarını daha da pekiştirecek ve böylece kendisine yönelik kategorik muhalifler halkasını daha da genişletecek yeni bir “kanıt”ı kendi eliyle sunmasında.
Ama bu kutlama krizinin bunun ötesinde de anlamları var. Bunlardan biri, bu krizin son zamanlarda sayın Başbakanda gözlenen otoriter eğilimin yeni bir dışa vurumu olarak görülebilecek olmasıdır. Özellikle bu son olayda beliren şekliyle, söz konusu otoriterlik bir yandan toplumun tekçi-türdeş biçimde kavranmasıyla, bir yandan da eleştiri ve muhalefetin husumet olarak algılanmasıyla ilgili. Vaktiyle kendisinin ve dayandığı toplumsal tabanın mağduru olduğu bu tekçi ve türdeşlikçi tasavvuru, bugün, dünya görüşü ve hayat tarzı bakımından kendisinden farklı olanlar karşısında sayın Başbakanın bu kadar kolaylıkla içselleştirmiş olması ironik olmanın ötesinde acı bir durum. Öte yandan, sayın Başbakanın yaptığı doğru işlerde kendisini destekleyenlerin bile kendisine yönelttikleri eleştirileri husumet kanıtı olarak görmesi de yeni birdurum değil.
Kutlama krizinin başka bir yanıyla da sayın Başbakanın nasıl bir hükümet sisteminden yana olduğunu göstermesiyle ilgili. Hatırlanacağı gibi, Ankara’daki kutlamalarda daha müessif olayların meydana gelmesinin önüne geçilmesi kalabalığın önündeki barikatın Valinin talimatıyla kaldırılması sayesinde mümkün oldu. Valinin bu davranışının sayın Cumhurbaşkanının telkiniyle ilgili olabileceği söylenirken, sayın Başbakan “polisin görevini yapmadığı”nı söylemekle yetinmeyip, “çift-başlı yönetim”den şikayet etmek suretiyle, Cumhurbaşkanının müdahale etmiş olması ihtimalinden duyduğu memnuniyetsizliği belli etti.
Bu memnuniyetsizliğin temel nedeni sayın Başbakanın “tek-patronlu” yönetime inanması ve tek patron olarak “kendi yetkisi”ne ortak tanımamasıdır. Klasik parlamenter rejim açısından kamu düzeninin sağlanmasıyla iligili nihai yetki elbette bakanlar kurulunda ve onun başkanı olan başbakandadır, ama 82Anayasasının tanımladığı şekliyle cumhurbaşkanının sistem içindeki rol ve işlevi de klasik parlamenter modelin öngördüğü sınırlar içinde düşünülemez. Kaldıki, öyle olsaydı bile sayın Erdoğan’ın sayın Gül’e duyuracak şekilde “bu ülkeyi çift başlı bir yönetimle bugüne kadar getirmedik”, “Başbakan olarak benim görevim bellidir, Cumhuraşkanının da görev alanı bellidir” diye konuşması, uygunsuz kaçması dışında, gerçekleri de tam olarak yansıtmamaktadır. Doğrudur, sayın Erdoğan son yıllarda partisi ve hükümeti içindeki konumunu iyice pekiştirmiş ve her bakımdan “tek adam” konumuna yükselmiştir; ama bildiğimiz kadarıyla “ülkenin bugünkü durum”a gelmesinde sayın Gül’ün de Cuhurbaşkanı olarak hatırı sayılır düzeyde katkısı olmuştur. Doğrusu, bu katkı olmasaydı, tek başına Erdoğan’ın çabasıyla “ülke bugünkü durumu”na gelemezdi.
Görülüyor ki, sayın Erdoğan partisi ve bakanlar kurulu içindeki halihazırdaki fiili tek adamlığını yetki alanını daha da genişleterek resmileştirme arayışını sürdürmektedir. Adına “başkanlık” dese de, Erdoğan’ın peşinde olduğu hedef, benim anlayabildiğim kadarıyla, ülkenin ve rejimin tek patronu olmaktır. Buna başkanlık denemez, çünkü başkanlık sistemindeki “başkan”ın daha mütevazi bir konumu vardır, o devletin değil sadece “yürütme”nin patronudur.
(Milliyet, 3 Kasım 2012)