Son günlerde yine flaş bir gündemimiz var: Kürtaj. Başbakan Erdoğan birden bire her kürtajın bir “Uludere katliamı” olduğuna karar verdi. Neyse ki bu sefer katliamdan sorumlu olanları kesin bir şekilde biliyordu ve anında açıkladı: Kadınlar. Sorumlular bilindiğine göre yapılacak olan da basitti: Hemen bir kanun çıkartıp öldürmeye meyilli kadınların kürtaj taleplerini yasaklamak.
Başbakan bu isteğini dile getirir getirmez bir tartışma kopuverdi. Bir de baktım memlekette “doğal hakçı liberteryen”lerden geçilmiyor. Kürtajı destekleyen pek çok argüman sunuldu ama bunlar arasından en önemlisi tabi ki her kadının kendi bedeni üzerinde tek yetkili olduğu gerekçesiydi. Öyle ya eğer kadının bedeni kendine ait değilse kime aitti, devlete mi? Kadının bedeninin, tabi ki kadına ait olduğu ispatlandıktan sonra, devlete kadınların üzerinden ellerini çekmesi buyuruldu.
Tartışmayı uzaktan garip duygular içinde izledim. Lockeçu mülkiyet teorisinin kadın bedenine bu kadar popüler şekilde uygulanıyor olmasına mı şaşırayım yoksa bu teoriyi genelde başörtüsü yasaklarını savunanların kullanmalarına mı şaşırayım bilemedim. Öyle ya, kadın, bedenine sahipse kıyafetlerini seçme yetkisini de ona vermemiz gerekmez miydi? Kimse bu tür sorular yöneltip, konunun bu kısmına girmedi ama ben gözlemlerime devam edeyim.
Liberteryen mülkiyet teorisinin Türkiye’deki bu hızlı yükselişi fazla uzun sürmedi. Bir kere Başbakan Erdoğan’ın ahlakî meşruiyeti sarsıldıktan sonra hemen arkasından siyasi mesajlara başlandı. Tabi mesajlar şu yöndeydi: “İşte AKP gerçek yüzünü gösteriyor”, “seküler hukuk adım adım dinselleştiriliyor” ve tabi ki “Uludere katliamı unutturulmaya çalışılıyor”… Bu siyasî mesajlarda haklılık payı yok diyemeyeceğim ama bu mesajlar sıralandıktan sonra, bazılarının bizi “laik-dindar” karşıtlığına yine mahkum etmek istemlerinin hayli sinir bozucu olduğunu belirtmeliyim.
Çok unutkan bir şahsiyet olmama rağmen, bundan yaklaşık 10 sene evvel dindarların ve AKP’lilerin başörtüsü yasağına bireysel hakları ve kadının kendi bedeni üzerindeki hakimiyetini savunarak karşı çıktıklarını elbet ben de hatırlıyorum. Ama şundan da adım gibi eminim ki, bugün liberteyen kesilenler iktidara geldiklerinde bugün söylediklerine taban tabana zıt olan eylemlerini, AKP kadar dâhi beklemeden gerçekleştirmeye başlayacaklar.
Bu tutumların dışında bir de liberal çevrelerden bazı yazarların kürtaj tartışmasının demokrasilerde olağan bir tartışma olduğunu ileri sürmeleri dikkatimi çekti. Şimdi onlara göre kürtaj tartışılabilir, bu kadar yaygara koparmanın alemi yok. Gerçekten siyasî hakların ve özgürlüklerin tam olarak kullanıldığı bir ülkede yaşıyor olsaydık bu açıklamalarda haklılık payı görebilirdim. Ama öyle bir ülkede yaşamıyoruz.
Gelin bu konuyu biraz daha açalım çünkü son dönemde şahit olduğumuz anti-demokratik “açılımların” sebebi bana göre tam da burada yatıyor. Türkiye’de siyasi özgürlük yok denecek kadar az. Neden mi? Çünkü Türkiye’de örgütlenme özgürlüğü çok kısıtlı, ifade özgürlüğü büyük ölçüde göstermelik, basın özgürlüğü şaibeli ve tüm bunlar yetmezmiş gibi devasa ve çok güçlü bir merkezi hükümet var ve bu hükümetin başbakanı kamuyu ilgilendiren önemli kararları demokratik müzakereye başvurmadan alabileceğine kendisini inandırmış görünüyor. Şimdi bu şartlarda hangi demokratik tartışmadan bahsediyoruz.
Örneğin, yıllardır AKP’nin çeşitli organları yurdun farklı bölgelerinde kürtaja karşı fikirlerini ilgililerle paylaşıp kendilerine taraftar toplamaya mı çalıştılar? AKP’li siyasiler çeşitli tartışma programlarına muhalifleri karşına çıkıp kendi programlarını mı savundular? Bunu gören kürtaj yandaşları karşı propaganda mı geliştirdiler. Seçilmiş yerel siyasetçiler kendi bölgelerinde kürtaja ilişkin düzenlemeler hakkında söz sahibi mi oldu? Hayır bunların hiç biri olmadı. Ne oldu? Birden bire Başbakan Erdoğan kürtajın kötü olduğuna karar verdi. Çoğunluk oyuna dayanarak da bu yasağı istediği gibi uygulayabileceğine hükmetti.
Başbakan Erdoğan bir sabah uyanıp da örneğin hamburgerin insan sağlığına zararlı olduğu için yasaklanması gerektiğini söylediğinde ne yapacağız? Oturup hamburgerin gerçekten zararlı mı yoksa yararlı mı olduğunu mu tartışacağız? Belki hamburger yasaklanırsa köfte satışlarının artıp ülke ekonomisine katkısı olacağını tartışırız? Belki de hamburger yasaklandıktan sonra kaçak bir şekilde hamburger yapanların hamburgerlerinden ölenler olur. Sonra yetkililer çıkıp onlar da yasaklara karşı gelmeseydi der. Biz de ufuk açıcı başka bir tartışmaya başlarız.
Şimdi Türkiyeli bazı vatandaşlar AKP’ye illet olmak için yeni bir sebep ellerine geçirdiklerine sevinerek ortalıkta olabildiğince ses yapıyorlar. Demokrat AKP’liler durumdan mustarip ne diyeceklerini bilemiyorlar. Peki liberaller ne yapıyor? Bu propaganda kirliliğinde gerçekten meselenin temelindeki merkeziyetçi, müdahaleci devlet sorununu gören liberaller eminim vardır ama seslerinin hiç yüksek çıkmadığı ortada.
Ben kendi adıma aradan geçen 10 seneden sonra “laiklik ya da şeriat” çığırtkanlığı kıskacında kalmayı reddediyorum. Türkiye en azından artık seçtiği hükümeti kendi eylemlerinden ve politikalarından dolayı sorumlu tutabiliyor. Hükümetten büyük, gizli güçler gündemimizden çıktı. Öyleyse neden bu muazzam fırsatı değerlendirip kendi gündemimizi yaratmıyoruz. Liberal taklitlerinin ya da konjonktürel liberallerin kuyulara attıkları taşları daha ne kadar süre çıkartmaya çalışacağız?
Anlaşılan AKP’nin, askerleri siyasetten püskürttükten sonra bireysel ve siyasî özgürlüklere dair bir meselesi kalmadı. Şimdi bir çoğunluk demokrasisine olabildiğince yaslanıp, onu sürdürebildikleri kadar sürdürmek istiyorlar. AKP’nin gündemi bu ama şüphesiz liberallerinki bu değil. Türkiye’de liberallerin federalizmi, başkanlık sistemini, seçim sistemini, seçim barajını ve bireysel ve siyasi özgürlüklerimize yapılan her türlü sistematik devlet baskısını tartışması lazım. Bizi devlet karşısında güçsüz ve yalnız bırakan bütün yasaklara saldırmamız lazım. AKP öncesi ve AKP sonrası devlet yapısının pek de değişmeden durduğunu kendimize hatırlatmamız ve enerjimizi nereye yönelteceğimize daha iyi karar vermemiz lazım.