Türkiye’nin anayasal ve hukuki düzenini yenilemesini zorunlu kılan birçok neden var. Çoğu kimsenin aşağı yukarı farkında olduğu bu nedenler arasında Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırma ihtiyacı şüphesiz ki önemli bir yer tutuyor. Kürt sorununun çözülmesinden değil de “çözümünün kolaylaştırılması”ndan bahsetmem boşuna değil. Çünkü, anayasal düzenleme, başka temel sorunlarımız gibi, bu büyük sorunumuzu da kendi başına çözemez. Ne var ki, halihazırdaki anayasal düzen çerçevesi içinde kalındığı sürece de Kürt sorununun çözülmesi neredeyse imkânsızdır. Çözüm için, her şeyden önce, 1982 Anayasası adlı “ayak bağı”ndan kurtulmamız gerekiyor. Ancak bunun için uygun bir anayasal çerçeve tesis ettikten sonradır ki bu sorunu çözmeyi umabiliriz. Kısaca, Kürt sorununun çözümü için yeni anayasa zorunludur ama yeterli değildir.
Şüphe yok ki, çözüm en başta “yeni anayasa”nın hem nasıl yapılacağına, hem de içeriğinin ne olacağına bağlıdır. Ama buna geçmeden önce, “çözüm”den ne kast ettiğimi kısaca açıklamalıyım. Çünkü, yapmayı tasarladığımız yeni anayasa herhangi bir “çözüm” –meselâ, “ayrılma”- için değil, belli bir tür çözüm için bir zemin teşkil edebilir. Şöyle ki: Yeni anayasa ancak bir arada yaşama iradesine sahip olan topluluklar için böyle bir ortak varoluşun uygun çerçevesini tesis edebilir; ama eğer bu anayasayı yapması öngörülenler arasında yer alan unsurlardan bazıları toplumun geri kalanıyla bir arada yaşama iradesi taşımıyorsa, anayasayı ne kadar mahir bir şekilde tasarlarsak tasarlayalım Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırmayacaktır. Çünkü, toplumu oluşturan unsurlardan biri kendi çözümünü bu anayasanın dışında tasavvur etmektedir.
Daha açık bir şekilde ifade edersek: Kürt sorununun ülkenin “temel hukuk”unu yenilemekle çözülebilmesi için, Türklerin de bunu istiyor olmaları şartıyla, Kürtlerin Türkiye toplumunu oluşturan diğer unsurlarla birlikte yeni bir Türkiye kurmayı, yeni Türkiye’nin kurucu aktörlerinden biri olmayı sahiden istiyor olmaları gerekir. Dolayısıyla, eğer Kürtlerin gönlünde yatan ayrı bir siyasi birlik kurmak ise, o zaman Türkiye’nin “yeni anayasası” onlar için bir çözüm olmayacak demektir. Bu, onlar için bir çözüm olmayacağı gibi “Türkler” için de çözüm olmayacaktır.
Gerçi, ahlâki olarak, hiç bir halk birlikte yaşamak istemediği bir toplumla aynı siyasi birlik altında yaşamaya zorlanamaz. Bu bakımdan, “Kürtler”in Türkiye’den ayrılarak kendi siyasi birliklerini kurmayı istemeye ahlâki olarak hakları vardır. Ama bu hakkın uygulamaya geçirilmek istenmesi halinde ortaya çok ciddi pratik, hatta teorik sorunlar çıkacaktır.
İlk olarak, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarını, kendi ayrı siyasi birliklerini kurma iradesi gösteren kollektif bir heyet, bir “halk” olarak tanımlamada ciddi zorluklar söz konusudur. Diyelim ki, Kürtlerin “ayrılma hakkı” prensip olarak kabul edildi ve bu hakkı kullanmalarına imkân vermek üzere bir plebisit yapılması düşünülmektedir. Şimdi, bu plebisit etnik topluluk temelli mi yoksa bölgesel temelli mi yapılacaktır? Başka bir anlatımla, plebisite Türkiye’nin neresinde yaşıyor olursa olsun bütün Kürt yurttaşlar mı, yoksa sadece Kürt nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı illerde yaşayanlar mı katılacak?… Diyelim birinci yolu tuttuk ve Kürtlerin çoğu ayrılmayı seçti. Bu durumda, ayrı bir “Kürt” devletinin kurulmakta olduğu varsayımı altında, Türkiye Cumhuriyeti bütün Kürt vatandaşlarını ya “Kürt devleti”ni ya da Türkiye vatandaşlığını seçmeye zorlamayacak mıdır? Böyle bir durumda, artık daha belirgin bir Türk etnik devleti haline gelecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin işi, geçimi ve diğer insani ve toplumsal bağları nedeniyle Türkiye vatandaşlığında kalmayı tercih eden Kürtlere, onların kültürel haklarını tanımamanın bir bahanesi olarak, “Kürt devletini tercih etmediğine göre artık bir ‘Türk devleti’nde yaşamanın gereklerine uymayı peşinen kabul etmiş sayılırsın” demesi nasıl engellenecektir?
Bölgesel temelli bir ayrılma ihtimali de bundan daha az sorunlu olmayacaktır. Her şeyden önce, hem Kürtlerin Türkiye’nin her yerine dağılmış olması hem de Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları bölgede hatırı sayılır miktarda Kürt olmayan nüfusun yaşadığı gerçeği karşısında, Kürtler –veya “Kürt siyasi hareketi”- Türkiye’nin kimi illerini kendi egemenlik alanı olarak tanımlama yetkisini nereden alacaktır? Denebilir ki, Kürtlerin kendilerinin çoğunluğu oluşturdukları illeri kendi bölgeleri olarak tanımlamaya hakları vardır. Ama, “çoğunluk kuralı” –azınlıkta kalanların haklarına riayet etmek şartıyla- çerçevesinde bunu kabul etsek bile, tarihsel ve güncel gerçekler karşısında Türkiye’nin belli bir bölgesini “Kürtlere ait” saymak pratik olarak mümkün görünmüyor. Çünkü, Kürtler gibi Türkler de Türkiye’nin tamamını “vatan” saydığından, Kürtlerin “burası sadece bizi ilgilendiriyor” deme şansı bulunmamaktadır.
Bu durumda, Türkiye’nin belli bir bölgesinin Kürtlere bir egemenlik alanı olarak ayrılmasının sadece Kürtler arasında veya “bölgede” yapılacak bir oylamada kararlaştırılamayacağını kabul etmek gerekir. Böyle bir karar, olsa olsa, bütün Türkiye vatandaşlarının katılacağı genel bir oylamada alınabilir ki, böyle bir ihtimalde ayrılıkçı Kürtlerin bu siyasi emellerini gerçekleştirme şansları zaten yoktur. Bu da Kürt ayrılıkçılığına tek yol olarak silahlı mücadeleyi bırakmaktadır. Ne var ki, bu yol şimdiye kadar başarılı olmadığı gibi şimdiden sonra da başarılı olma şansı yoktur. Üstelik bunun her iki taraf için de insani maliyeti katlanılabilir değildir.
Bu sorunlara dikkat çekme ihtiyacı duymamın nedeni, PKK-KCK-BDP ekseninde ifadesini bulan “Kürt siyasi hareketi”nin gerçekte neyi istediği konusunda sarahat olmamasıdır. Nitekim bu hareket zaman zaman Kürt sorununun Türkiye’nin siyasi bütünlüğü içinde ve demokratik yollardan çözülmesinden yana olduğunu dile getiriyor, ama izlediği siyaset bunu doğrulamıyor. Bunun en belirgin göstergesi, “demokratik özerklik” dedikleri şeyi gerek tanımlama tarzları gerekse bunu sözde tek-taraflı olarak uygulamaya geçirme girişimleridir. Oysa, bu satırların yazarının da dahil olduğu, Kürtlerin hak taleplerine sempatiyle bakan birçok kişinin epeydir yazdığı gibi, bunların tanımladığı şekliyle “özerklik” ne demokratiktir ne de uygulanabilirliği vardır. Öte yandan, yukarıda özetlediğim teorik ve pratik nedenler karşısında, BDP-KCK çevresinin sadece kendilerini değil bütün Türkiye yurttaşlarını ilgilendiren “demokratik özerklik”i tek taraflı olarak hayata geçirme teşebbüsü de, onların Türkiye toplumunun geri kalanıyla birlikte yaşamayı sahiden istediğinden kuşku duymamıza neden olmaktadır. Ayrıca, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı illerdeki yüksek temsil gücünü görmezlikten gelerek, Kürtleri sadece kendileri temsil ediyormuş gibi davranmaları da onların demokrasi konusundaki samimiyetlerini kuşkulu hale getirmektedir.
Kısaca, yeni anayasanın Kürt sorununun çözümü için elverişli bir zemin oluşturabilmesi, her şeyden önce, “Kürt siyasi hareketi”nin ayrı bir devlet veya devlet-benzeri bir siyasi düzenleme peşinde olmadığını açık-seçik ve ikna edici bir biçimde göstermesini gerektirmektedir. Bu münasebetle şunu da hatırlatmak isterim ki, başarılı olması halinde Kürt ayrılıkçılığın Kürtler için özgürlük getireceği çok kuşkuludur; ama bunun kadar önemli olan ve çoğu kimsenin gözden kaçırdığı başka bir nokta da, Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasının geri kalan Türkler için de hiç de hayırlı olmayacağıdır: Türkiye’nin de kendisini etnik bir devlet olarak tanımlamasıyla sonuçlanabilecek olan böyle bir ihtimal gerçekten Türkler için de bir felâket olur.
Anayasa meselesini bir sonraki yazıda ele alacağım.
Taraf, 20.07.2011