Dün Britanya’da genel seçim yapıldı. Muhafazakâr Parti tahminlerin üstünde bir çoğunlukla tek başına iktidara geldi.
Avrupa siyaseti küreselleşmenin üçlü etkisinin yol açtığı yeni saflaşmalara sahne oluyor bir süredir. Üçlü etkinin ilki, ulusal demokrasilerin girdiği meşruiyet krizidir: Bugün AB ülkelerinde seçmenlerin oyuyla yetkilenen parlamentolar ve hükümetler egemenlik yetkilerinin önemli bölümünü AB’ye devretmiş durumda; gelgelelim AB demokratik temsil açısından seçilmişlerin (yasamanın / Avrupa Parlamentosu’nun) gücünün az, bürokrat ve teknokratların gücünün fazla olduğu bir kurum. Bu durumda hem seçmenlerin, sorunlarını çözmesi için yetki verdiği ulusal kurumların eli kolu bağlanıyor hem de ulus-üstü temsil ve katılım mekanizmaları zayıf olduğu için halkın iradesinin AB katında karşılığı olmuyor. Bu da kitlelerin siyasetten, partilerden, ulusal demokratik kurumlardan ümidini kesmesine yol açıyor. İçe kapanma ve apolitikleşme başlıyor.
İkinci etki, ilkine de bağlı olarak ekonomide görülüyor: AB’nin para politikası tek merkezden idare edilirken maliye politikaları ise her ülkenin inisiyatifine bırakılmış (İngiltere müstesna); tabii Maastricht Kriterleri bu konuda hükümetlerin dilediğince at koşturmasını engelliyor. Ama (1) serbest ticaretin ulusal istihdama kısa vadeli tesiri, (2) kaynakların yüksek derecede üretken sektörlere ayrılması noktasında akışkan finansal hareketler ile verimlilik artışı sınırlı hizmet sektörünün yıpratıcı etkisi sözkonusu oldu mu, ulusal politikalar ulus-üstü kuralların altında eziliyor. Serbest ticaret uzun vadede işbölümü ve uzmanlaşma bakımından uluslara faydalı olsa da, bilhassa emeğin maliyetinin ucuz olduğu ülkelerle rekabet kısa vadede yaygın işsizliğe yol açmakta. İmalât sektörü gerilediği ve hizmet sektörü büyüdüğü için bu da çalışanlar adına atomize olma ve güvencesizlik suretinde yakıcı bir risk ve belirsizlik mevzuuna dönüşmekte.
Üçüncü etki, kimlik ve aidiyet alanında. Avrupa’nın görece homojen uluslarının yapısı göçlerle değişiyor. Ayrıca uluslararası kültürel etkileşim muazzam boyutlarda. Uzun vadede faydalı olan bu gelişmeler kısa vadede ulusların bünyesinde ciddi sarsıntılara sebep oluyor. Modernliğin risklerine karşı koruyucu vazifesi gören manâ ve değerler sistemi aşınıyor. “Biz”i tanımlamak gitgide zorlaşıyor. Geleneksel değerlerin yıpranmasına, 20. asırda inşa edilen sınıflar-arası dayanışma ve konsensüsü temin eden siyasal, sosyal, ekonomik kurumlar zayıflıyor; bu kurumların diri tuttuğu ulusal hedefler yerine, spesifik bireylerin ve grupların muayyen hedeflere yöneldiği yeni toplumsal hareketler güçlense de, bunlar daha ziyade aynı iyi yaşam anlayışını paylaşan bireylerin kapalı topluluğu olmaktan öteye geçemiyor; farklı olanla kamusal etkileşim azalırken, güven ve sosyal sermaye de gitgide tahrip oluyor. Yani sadece geleneksel değerler değil, sanayi modernliğin risklere karşı “sigorta” niteliğindeki kurumları da yolun sonuna geliyor. Böylece yığınlar, modernliğin kontrol edilemez dinamiklerinin dört yandan saldığı meydan okumaları anlamlandırmakta ve çareler üretmekte zorluk çekiyor. İnsanlar kendilerine yol gösterecek yahut en azından olan bitene anlam illüzyonu sağlayacak, öfkelerini yansıtacakları hedef tahtaları sunan fikirlerin arayışında.
Bu boşluğu en iyi farkedenler sağ-popülistler oldu. Onlar “biz”in sınırlarını kapsadıklarıyla değil dışladıklarıyla tarif ediyor; kitlelerin önüne “göçmenler”, “Çinliler”, “seçkinler” gibi ahalinin kolayca algılayacağı hedef tahtaları koyuyor; ekonomik küreselleşmenin karşısına içi doldurulmamış bir “ulusal çıkarlar” heyulası yerleştiriyor; AB bürokrasisine değil kitlelerin kurumları by-pass ederek dışavurduğu dolaysız güce vurgu yapıyor.
Sanayi modernliğinden sanayi-sonrası modernliğine geçiş, sırtını ilkinin değer ve kurumlarına dayayan sosyal demokratları gümbür gümbür yıktı. İşçi Partisi, Giddens’ın Üçüncü Yol’una güvenerek yeni bir sol anlayışa geçse de, üçlü etki karşısında fazla direnemeyip yıkıldı. Muhafazakârlığın ise İngiltere’de neredeyse sadece adı kaldı; toprağa bağlı çıkarların partisi Tory’ler genel oy hakkı tanındıkça ve Lordlar Kamarası’nın yetkileri azaltıldıkça zaten güdükleşmişti. Thatcher’ın Yeni Sağ devrimi sosyal muhafazakârlık ile serbest piyasayı evlendirdi. Lâkin 2010’larda, çok-kültürcülük yangınından kurtarılan son ziynet kutusu olan aile değerlerini içeren sosyal muhafazakârlık da sizlere ömür. Muhafazakâr Parti bugün fikirsiz ve istikâmetsiz; bu seçimleri de Brexit sloganıyla, Labour’ı kötülemeyle ve devlet paternalizmine kısmî geri dönüşle geçirdi. Corbyn ise partisinin “1945 ruhu”nu taklit eden bir “kamu hizmetlerinde devletleştirme, Keynesçi talep yönetimi, yüksek vergiler, geniş sosyal güvenlik ağı” programı koydu seçmenin önüne.
Görünen manzara, Boris Johnson’ın başbakanlığının devamına işaret ediyor. Zira onun görece popülist tarzı, Brexit’in ima ettiği “üçlü krize pansuman” ümidini (gerçekçidir, değildir, o ayrı) seçmenlere hissettirdi, bilhassa üçüncü kriz başlığında. Daha fazla polis, daha az göçmen, daha çok harcama, daha etkin ulusal hükümet… Corbyn ise hem iktisadî devletçiliğin dozunu kaçırdı hem de üçüncü kriz alanına, yani kimlik ve aidiyet arayışına net bir yanıt veremedi. Özellikle Brexit ve çok-kültürcülük konusunda net tavır alamadı. Bu da partisinin geçen seçime göre erimesine yol açtı.