Yerel, farklı normatif düzenlerin iktidar mücadelesi verdiği çok katılımlı bir yapı. Yani ‘yerli’ olarak tasvir ettiğimiz mefhumun sahibinin kim olduğunun cevabı içerideki iktidar mücadelesiyle çok ilişkili. Hâkim normatif blok ‘yerliliğin’ de sahibi olmakta, resmî temsil süreçleriyle alternatif yerlilikleri susturmakta. Bu sebeple küresel normlara alternatif ya da onlarla uyumlu kıymet’ler olarak sunulan yerli normlar ve bunlar arasındaki güç ilişkileri sıklıkla değişmektedir. Anlatıyı somutlaştırmak adına ülkemizden bir örnek verelim. Son otuz yılda ülkemizde küresel toplumsal cinsiyet normlarına verilen yerli cevaplar değişti. ‘90’larda küresel cinsiyet normları Kemalizmin modernliğinin teyidi olarak tasvir edilirken, 2000’lerde yerel süreçlerle iyileştirilmeye ve yerele daha uyumlu hale getirilmeye çalışılmış, günümüzdeyse mukaddesatçı-milliyetçi muhafazakâr aklın hâkimiyeti sebebiyle küresel cinsiyet normları yerele topyekûn bir karşıtlık içerisinde tasvir edilir hale gelmişlerdir. Her bir dönemdeki hâkim iktidar yaklaşımı yerel’in küresele verdiği cevabı değiştirmiştir. Hâlbuki bu üç anlatı her üç dönemde de bir eşbulunuşluk içerisinde olmuş, aralarında rekabet hâsıl olmuş, iktidar mücadelesi hangi anlatının küresele cevap olacağını belirlemiş, haliyle iktidar bu anlatıların kendi aralarındaki güç ilişkisini değiştirmiştir.
Yereldeki bu normatif çoğulculuğu göstermek yerel’i yekpare bir yapı olmanın ötesinde düşünmek açısından kıymetli. Ancak yerel olarak tasvir ettiğimiz alan kültürel kodlar ve farklılıklar anlamında çoklu bir merkez-taşra ilişkisi içerisinde var olmakta. Haliyle yerel’in küresele cevabını bu ikilik zemininde düşündüğümüzde iktidar ilişkilerine referansla gerçekleşen yerli cevap değişiminden fazlasını görme şansımız var. Çünkü, yerelden küresele verilen cevabın merkezde ve taşra’da nasıl yankılandığı ya da o cevaba merkez ve taşra katkısının ne olduğu değişiklik gösterebilir. Bu da küresel süreçlere uyumda yerel’in, dönüştürücülüğünün sınırları anlamında ise küresel’in karşılaştığı zorlukları tespit açısından önemli olabilir.
Küresel toplumsal normlara uyum konusunda günümüz Türkiye’sinde yaygın bir uyum sorunu yaşanmakta, haliyle küresel normatif süreçler Türkiye üzerindeki dönüştürücülük yeteneklerini fazlasıyla kaybetmiş durumdalar. Bunun bir sebebi iktidarca küresele cevap olarak sunulan yerli normların küresel süreçleri dışlayıcılığı. Peki, bu dışlayıcılığa merkezden ve taşradan yapılan katkıların düzeyi nedir? Yani küresel süreçlere uyumda ve küreselin dönüştürücülüğünün sınırlarını belirlemek noktasında merkez ve taşranın katkıları nelerdir?
Genel kanı merkezin küresel süreçlere ve küreselin dönüştürücülüğüne karşı daha uyumlu/hevesli (responsive) olacağıdır. Taşranın ise daha dirençli ve reddedici olması beklenir. Bunun aksini söyleyen, taşrayı bu basmakalıp ikiliğin yersizliğinden ve zulmünden kurtarmaya çalışan entelektüel çırpınışların kıymetini kabul ederek ancak onları başladıkları yere geri götürür biçimde bu yazıda kişisel gözlemimin bu ikiliği teyit ettiğini yazacağım. Merkez ve taşranın mekânsal eşbulunuşluğunu kendi çalışma alanlarımda da sıkça gözlemlemiş olmakla birlikte, taşranın öne çıkan özelliğinin muhafazakâr olma eğilimi olduğunu söylemeliyim. Bu son kanı ile muhafazakârlığı tek bir sosyal gruba (dindar, mukaddesatçı, milliyetçi, mütedeyyin kesim) indirgeme niyetimin olmadığını ifade edeyim. Muhafazakârlık ülkemizde kendini her türden kimlik kategorisinin sosyo-politik ifadesinde gösteriyor – buna ulusalcı/devletçi laisizmin savunucusu geniş bir sosyal kesim de giriyor. Muhafazakârlığa böyle baktığımızda taşralılığın merkezin ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyoruz – bu, kişileri yaşadıkları mekânda hem merkezli hem taşralı yapıyor, bir ruh hali misali. Yazıdaki odak noktamız küresel normatif süreçlere uyum ve küreselin dönüştürücülüğüne heveslilik olunca, bu durumu bir kez daha teyit edebiliyoruz; mukaddesatçı-milliyetçi muhafazakârlar kadar laisist-ulusalcı muhafazakârlar da küresel süreçlere uyuma ve onun dönüştürücülüğüne dirençli olmak ya da kendi yerli’sini dayatmak anlamında müdahaleci. Tam da bu noktada görüyoruz ki, merkezli ve taşralı olma veya öyle davranma hususundaki düğüm yerli’liğin kutsanması ve korunması uğraşlarında yatıyor. Yani küresele direnişin düğümü yerli kalma uğraşı olarak karşımıza çıkıyor – yerli derken tabii kendi iktidarının kuvvetlendiricisi bir yerli. Bu yerli olma ve kalma uğraşı bu görüşü taşralı yani muhafazakâr yapan şey; böylece muhafazakârlık yerli olmanın siyasal ve sosyal aracına dönüşüyor. Müdahaleci laisist-ulusalcı düşünce sahipleri ile müdahaleci mukaddesatçı-milliyetçi düşünce sahipleri kendi yerli’lerini muhafazakârlıklarıyla küreselden koruyorlar. Hülasa, küreselin dönüştürücülüğüne karşı taşranın sunduğu şey yerli lehine muhafazâkar bir direniş oluyor. Bu zeminde biz birbirine zıt muhafazakârlıkları ve yerli direnişleri mekânsal olarak merkezde görülen yerlerde de yaygınca görüyoruz.
Ancak merkez öyle mi? Burada muhafazakârlığın bir merkez ideolojisi olmadığını söyleyip bırakacağım; merkezin ne olduğu ya da günümüz Türkiye’sinde bu anlamıyla bir merkez’in kalıp kalmadığı üzerine şerh düşüp yapmak istediğim asıl tartışmaya geçeceğim.
Küresel değerlerin ortaklığını savunmak anlamında küreselci olarak tanımlamayı sevdiğim liberaller ülkemizde iki muhafazakâr toplumsal kesimin her daim hedefinde olageldiler. Merkezde olduklarından mı? Bilmiyorum. Ancak şurası net: Küreselcilikleri onları kamu gücüyle desteklenmiş muhafazakârlığın, taşralılığın hedefine koydu hep.
Dün özelleştirmeyi, güvenlik sektör reformunu, hesap verebilirliği, şeffaflığı, toplumsal barışı savundukları için laisist-ulusalcı muhafazakârların hedefinde olan liberaller, bugünse bireysel özgürleştirici normları savundukları için mukaddesatçı-milliyetçi muhafazakârların hedefine giriveriyorlar kolayca. Aralarındaki güç ilişkileri değişse de küresele ve küreselin dönüştürücülüğüne verilen cevap değişmiyor, bambaşka referanslarla her iki kesim de iktidarında kamu gücünü bu dönüştürücülüğe direnmek için liberaller üzerinde kullanıyorlar. Bu kesimler küreselin dönüştürücülüğüne karşı onun yerli savunucularını hedef alarak direndiklerini düşünüyorlar. Bu taşranın ve muhafazakârların hiç değişmeyen küreselci ve özgürlükçü avı.
Esasında demokratik bir hukuk devletinde bu sürek avından korunmanın yolları açık ancak ülkemizin demokrasiyle de hukuk devletliğiyle de kendine has bir ilişkisi var; özgürlükçüleri, liberalleri, küreselcileri muhafazakârların insafına bırakan bir ilişki bu.
Bu insaf ilişkisine rağmen küreselin dönüştürücülüğüne yönelik taşra ve muhafazakârlığın çizdiği sınırlar aşılabilirdir. Bunu yapmanın yolu yerli hâkim anlatı ile küresel anlatılar arasında muhafazakârlarca kurulmuş karşıtlıkların üstesinden gelmekten geçiyor. Gerçekten de küresel anlatıların, normların ve değerlerin insan gelişimine ve özgürleşmesine yönelik katkıları ile yerel halkın devlet ve siyasetten beklentileri arasındaki paralelliği gösterebilmek, bu sınırlılıkları aşmak için elzem. Kurulan karşıtlık zaten muhafazakâr bloğun yerli olanın sahibi olma uğraşının parçası. Hâkim bir yerli değer üretmek (ya da kendi değerini yerli olarak kabul ettirmek) ve bunu halkın geri kalanına yayabilmek için bu karşıtlığa ihtiyaç duyuyorlar.
Belki de merkezin görevi budur. Taşranın yerli olan üzerindeki tahakkümüne son vermek, yerli ile küresel arasında taşra/muhafazakâr lehine kurulan karşıtlığı aşmak ve küreselin yereldeki dönüştürücülüğünü kolaylaştırmak (bir diğer ifadeyle, yerlinin kötülüğünün ehlileştirilmesini küresele bırakmak, bunu daha önceki yazılarımda anlatmıştım). Biraz da sürek avında küreselcileri taşranın ve muhafazakârların insafından korumak, bu görev. Kudretli bir muhafazakârın vaktiyle şahsımın küresel norm övücülüğünden ileri gelen rahatsızlığını ifade etmek için söylediği gibi: “Bunu merkezde söylesen sorun olmaz, burada [taşrada] söyleyince sorun oluyor”. Haliyle merkeze düşen son görev küreselcilere sürek avından sığınabilecekleri güvenli bir liman olabilmek.
Hüsrev Tabak, Uluslararası İlişkiler doçenti.