Bizim savcıların çoğu, soruşturma açıp açmamaya ya da iddianame yazıp yazmamaya karar verirken açıp ceza yasalarına bakmak yerine ellerindeki özel bir termometreyle “kamuoyu vücut ısısı”nı ölçüyorlar galiba.
Herkes pek sinirlendiyse, basın verip veriştirmeye başladıysa, hele koca koca bakanlarımız bile ağızlarını bozduysa, bir suç işlendiğine kani olup başlatıyorlar soruşturmayı…
Son örnek yine Osman Baydemir’den… Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında soruşturma başlatmış.
Baydemir, konuşmaları yüzünden hakkında açılan davanın sayısını eminim kendisi bile aklında tutamıyordur artık.
Bakalım bu defa ne demiş: “Ay yıldızlı Türk bayrağımızın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız da dalgalansa ne olur” demiş. Yani özerklik istemiş. TBMM, Türk bayrağı, İstiklal Marşı gibi ortak değerlerin yanı sıra her bölgenin kendi yerel parlamentosunun ve bayrağının olacağı bir özerklik modelini savunmuş. Üstelik bunu sadece Güneydoğu için değil, bütün bölgeler için istemiş. Üstüne üstlük bunu “ellerin tetikten çekilmesini sağlamak amacıyla” söylediğini de özellikle belirtmiş.
Bazı savcılar, bu ülkede özerk yerel yönetimler modelinin, hatta federatif yapının savunulmasının suç olmadığını bilmiyorlar mı? Hatta programında doğrudan doğruya federasyonu savunan bir siyasi parti olduğunu ve bu partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açıldığında Anayasa Mahkemesi’nin federasyonu savunmanın kapatma nedeni olamayacağına karar verdiğini hatırlamıyorlar mı?
Bu görüşü pek aykırı bulabilirsiniz, havsalanız almayabilir -neden almadığı da ayrı bir tartışma konusudur elbette- hatta çok tehlikeli de bulabilirsiniz…
Ama kim söyledi fikir özgürlüğünün size zararsız gelen fikirlere özgürlük demek olduğunu?
***
İşin en garip yanı da Kürtler özerklik ya da federasyona benzer bir laf ettiği anda ağızları köpürerek saldırıya geçenlerin, bir yandan da her fırsatta “Kürt meselesi artık tabu olmaktan çıktı, Türkiye’de artık her şey konuşuluyor” deyip durmaları…
Bazen gerçekten şüphe ediyorum; samimi olarak farkında değiller mi içinde bulundukları çelişkinin? Kürtler’e koydukları düşünce sınırlarının bin beterini kendi kafalarına da koydukları için mi farkına varmıyorlar durumlarının garipliğini?
Herkesin artık şunu kabul etmesi gerekiyor ki, ister açıkça söylesinler ister söylemesinler, Kürtler’in önemli bir kesimi -biçimi, kapsamı tartışmaya açık olmakla birlikte- özerklik istiyor. Açıkça söylemediği zaman da kendi arasında bunu konuşuyor, gizlice bunun propagandasını yapıyor; ima yoluyla kamuoyuna anlatmaya çalışıyor. Türkiye’de söyleyemezse gidip Avrupa Birliği mahfillerinde söylüyor. Çok sıkıştırılınca inkâr ediyor ama iki gün sonra bir başka vesileyle yine ağzından kaçırıyor. Üstelik bahsedilmesi yasaklandıkça daha da çekicileşiyor bu istek; daha bir idealize oluyor kafalarda; her derde deva bir çözüm gibi görünmeye başlıyor.
Biz hem sabah akşam “İşte açılım yapıyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyeceğiz; hem de adamlar ağzını açıp ne istediklerini söyler söylemez tepelerine bineceğiz “Vay sen bunu nasıl istersin” diye… Biz hem zihnen, bundan otuz yıl, kırk yıl önce durduğumuz noktadan milim ilerlemeyeceğiz; ondan sonra da “bu kadar açılım yapıyoruz, neden hala tatmin olmuyorlar” diye şikâyet edeceğiz.
Samimi olalım: biz onların sadece “Kürt” olduklarını nihayet kabul ettik; artık Kürt’üm demelerini serbest bıraktık diye açılımı bitirdik mi sanıyoruz? Bu kadarına razı olup mutlu mesut birlikte yaşamalarını mı bekliyoruz bizlerle?
Biz hangi sıfatla Kürtlerin ne kadarını istemeye hakları olduğunu belirleme hakkını elimizde tuttuğumuza inanıyoruz? “Hakim unsur” olma sıfatıyla mı?
Daha yerel yönetimlere belli bir özerklik tanınmasını tartışmayı bile ihanet olarak algılıyorsak; savcılar bir yandan, siyasetçiler bir yandan, basın bir yandan üzerlerine yürüyorsak; nasıl olacak da bu insanlar taleplerini demokratik siyaset yoluyla elde edebileceklerine inanacaklar?
Osman Baydemir “Ayyıldızlı Türk bayrağımızın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız da dalgalansa ne olur” mu demiş? Siz de oturup “ne olacağını” anlatacaksınız sakin sakin. Neden kıyamet kopacağına ikna etmeye çalışacaksınız insanları; kimi size inanacak, kimi Baydemir’e… Ya da bakacaksınız ki siz ikna olmuşsunuz kıyamet filan kopmayacağına…
***
Sonuç olarak hangisini tercih ettiğinize artık bir karar vermeniz gerekiyor.
Bu insanlar ya konuşacak ya da savaşacak…
Ya bırakacaksınız içini dökecek, on yıllardır yutkunup yutkunup söyleyemediği her şeyi söyleyecek; (üstelik sadece Tunceli’de değil Ankara’da Meclis’te de söyleyecek, Meclis’te söylemesinin önüne geçmek için koyduğunuz o barajı da indireceksiniz) öyle hemen dört koldan hakaretlere başlamayacaksınız; edebinizi bozmayacaksınız. Savcılarınıza işaret çakmayacaksınız. Adam gibi tartışmayı öğreneceksiniz.
Ya da kuşaklar boyu ölmeyi ve öldürmeyi göze alacaksınız…
Bunun başka bir formülü olmadığının anlaşılması için daha kaç “terör yılı” yaşamamız, daha kaç 40 bin insanı toprağa bırakmamız gerekiyor?
Bugün, 04.08.2010