Önce Yunanistan’da arkasından İtalya’da başbakanlar istifa etti ve teknokratlardan oluşan geçiş hükümetleri kuruldu. Bunun sebebi, her iki ülkenin de çok ağır bir kamu borç yükü altında bulunması ve bu sorunun çözümünün seçmenlerin hoşuna gitmeyecek köklü ve kapsayıcı tedbirler almayı gerektirmesi. Seçmen tepkilerinden korkan iktidar partileri, tedbirlerin sorumluluğunu yalnız başlarına üstlenmek yerine millî geçiş hükümetleri yoluyla bütün partilerin taşın altına elini koymasını temin etmeye çalışıyor. Bu korkunun büsbütün temelsiz olduğu söylenemez, zira hem Yunanistan hem İtalya’da, seçmenlerin yoğun tepki gösterdiği ve hatta zaman zaman şiddet sergilenmesine sahne olan sert protesto gösterileri gerçekleştirdiği görülüyor.
Bazıları istifaları ve teknokrat hükümetler kurulmasını kapitalizme fatura etme çabasında. Kapitalizm hakkındaki bütün bilgileri anti-kapitalist yazarların kitaplarından öğrendikleri hurafelerden ibaret olan ve aynı zamanda kapitalizme marazi bir husumet besleyen bu kimselere göre, kapitalizm, demokrasiye saldırıyor. Seçmen iradesini hiçe sayıyor. Kâr peşinde koşma acımasızlığıyla halkın hayat şartlarını ağırlaştırıyor. Dar gelirli emekçileri eziyor. İnsanları ekonomiye kurban ediyor (bu benim en çok sevdiğim saçma!). Bu tür görüşler yerli akademisyen ve gazeteciler yanında, Zizek gibi sıradanlığıyla ters orantılı bir şöhrete sahip yabancı yazarlarca da dile getiriliyor ve şaşırtıcı olmayacak şekilde epeyce ilgi de çekiyor.
Ne oluyor? İddialar gerçeğe mi tekabül ediyor yoksa hayal dünyasında yaşayan bazılarının halisülasyonlarını mı yansıtıyor? Lafı dolandırmadan söyleyeyim; liberal kapitalizm demokrasiye ve fakirlere saldırmıyor, onları kurtarmaya çalışıyor. Krizden çıkış ve demokrasinin ayakta kalması liberal kapitalizmin ilke ve değerlerine uyulmasına bağlı. Bu olmazsa hem Yunanistan ve İtalya’yı hem de başka bazı ülkeleri ve muhtemelen bütün dünyayı daha ağır ekonomik ve siyasî krizler bekliyor. Bunu görebilmek için ezber tekrarından kurtulup somut olgulara ve arkalarındaki sebeplere bakmak/bakabilmek gerekiyor.
Avrupa’da gün geçtikçe ağırlaşan kriz, kamu borçlarının çevrilemez hâle gelmesinden kaynaklanıyor. Avrupa devletleri istikrarlı, âdil ve sürekli vergileme yoluyla elde edebilecekleri kaynaklardan daha fazlasını kullanıyorlar. Bir başka deyişle, aynen hovardaca harcamayı seven bireyler gibi, gelirlerinden daha fazlasını harcıyorlar. Devletler elbette bunu yapabilme bakımdan bireylerden daha avantajlı bir konumda. Bireyler ancak borçlanarak veya çalarak böyle yapabilir; ancak bunun bir sınırı vardır. İflas veya ödeme vakti eninde sonunda gelecektir. Devletlerse hem borçlanma hem çalma bakımından bireylerin sahip olmadığı bazı yol ve yöntemleri kullanabilir. Yeni vergi salabilir, mevcut vergileri artırabilir, para basabilir ve geniş borçlanmalara gidebilir. Fakat bunun da bir sınırı vardır ve devletler de kaçınılmaz sonuçla yani iflasla veya ödeme vaktiyle karşılaşır. Tarih devletlerin iflasından habersiz değil. Birçok devlet defalarca iflas ilan etmiş ve altına girdiği borçları ödememek suretiyle halkını dolandırmıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, devletlerin hangi saiklerle aşırı harcama yaptığıdır. Mutlak monarklar egemenliklerini sürdürmek, yönetim ağında bulunanları ve sosyal tabanlarını mutlu etmek, yeni toprakların işgalinde kullanılacak dev ordular beslemek, haksız ve lüzumsuz savaşlara girişmek gibi yollarla para harcamaya hep teşne olmuştur. Demokrasiye geçilmesi devletlerin bu para harcama saiklerini ortadan kaldırmamış, yenilemiş ve çeşitlendirmiştir. Hatta, sorumluluklar kolektifleştiği, para karşılıksız kâğıda dönüştürüldüğü ve vergi-haraç toplama ve harcama süreçleri ortalama insanın algılayamayacağı kadar karmaşıklaştığı için azdırmıştır. Bugün demokrasinin önemli bir parçası, kamu kaynaklarıyla oy satın almadır ve bütün partiler bunda yarış hâlindedir.
Lâkin bunun olması, bir vericinin olması yanında bir alıcının da olmasına bağlıdır. Verici belli, devlet, alıcı kim? İşte meselenin bamteli burada. Alıcı çeşitli halk kesimleridir. Seçmen tabakalarıdır. Yani bugün Yunanistan ve İtalya’da mecburen alınan daha az harcama (kamu harcamalarında tasarruf yapma) kararlarından etkilenenler veya etkileneceğini hissedenlerdir. İyi ama, bu kimseler, devletler tarafından kendilerine olmayan veya piyasa şartlarında elde edemeyecekleri kaynaklar/gelirler/imkânlar aktarılırken hiç itiraz ettiler mi? Olmayan işlerde çalışmaktan, hiçbir şey üretmedikleri hâlde maaşa bağlanmaktan şikayetçi oldular mı? Elbette hayır. Hepsi bu durumdan memnundular, politikacılar da memnundu. Partiler kim seçmen tabakalarına daha fazla verir yarışındaydı. Seçmen kitleleri de üretmeden nasıl daha fazla pay kaparız arayışındaydı. Sonuçta iki tarafın arzusu ve gayretli çalışmalarıyla çevrilmesi imkânsız bir kamu borç yükü ortaya çıktı.
Liberal kapitalizmin demokrasiye saldırdığını zannedenler yanılıyor. Tam da tersine liberal kapitalizm demokrasiyi kurtarmaya çalışıyor. Onun temel ilkelerine ve disiplinine uyulmaması hâlinde, ekonomik iflas kaçınılmaz. Ekonomik iflasın vuku bulduğu yerde yaşama şansı olan rejim ise, demokrasi değil sol veya sağ diktatörlükler. Liberal kapitalizm (piyasa ekonomisi) demokrasinin yozlaşma yollarını tıkayarak, devleti sınırlandırarak, zenginlik ve refah yaratarak, sivil toplumu güçlendirerek demokrasinin üzerine oturabileceği zemini sağlar ve sağlamlaştırır. Uzun vadede istikrarlı bir demokrasi ancak böyle bir zeminde yaşayabilir. Borç krizindeki ülkeler, ancak ve ancak liberal kapitalizmin ekonomik üretkenlik ve verimliliği sayesinde diktatörlüğe sürüklenmekten kurtulup demokrasilerini koruyabilirler. Yunanistan ve İtalya’da ülkeyi iflasa getiren partiler, liberal kapitalizmin disiplinini hayata aktarma mecburiyetini seçmen kitlelerine kabul ettirmenin zorluğunu ve sorumluluğunu, ulusal hükümetler kurma yoluyla aralarında paylaştırmakta ve muğlaklaştırmakta.
———————————————————————–
* Eski tarihli, yayınlanmamış bir yazım.