Askerlerin Balyoz darbe planını EMASYA Protokolü ile meşrulaştırmaya çalışmaları ve içerdiği dehşetengiz planlar sebebiyle insanların kanını donduran bu plana ilişkin iddialar, protokole en ağır eleştirilerin yönelmesine sebep oldu.
7.7.1997’de imzalanan EMASYA Protokolü, TSK birlikleri ile sivil emniyet güçleri arasındaki işbirliği koşulları ve kurallarını düzenleyen ve “gizli” ibaresini içeren bir belgedir. Bu belge 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11/D fıkrasına dayanılarak hazırlanmıştır.
11/D hükmüne göre, ilde çıkabilecek veya çıkan olayların, emrindeki kuvvetlerle önlenmesini mümkün görmedikleri veya önleyemedikleri; aldıkları tedbirlerin bu kuvvetlerle uygulanmasını mümkün görmedikleri veya uygulayamadıkları takdirde, jandarma ve askerî birimlerden yardım talep etme yetkisi valilere aittir.
Bu durumda yardımın ‘talep edilmesi hususu’, yardım talebinde bulunan ‘vali tarafından takdir edilir’. Bütün bunlar neticesinde ortaya çıkan vaziyet şudur: “Terör ve diğer toplumsal olaylar konusunda alınacak önlemlere ilişkin inisiyatif valilere ait bulunmaktadır”.
Kanuni durum bu şekilde olmakla birlikte, protokolün 9. maddesiyle, EMASYA komutanlıkları, “büyük toplumsal hareketler” karşısında yerel mülki idari amirin talebini beklemeksizin olaylara müdahale etme yetkisi ile donatılmıştır. Oysa 5442 sayılı kanunun 11/D bendinde EMASYA komutanlıklarına bu türden yetki veren bir hüküm mevcut değildir.
FİŞLEME KANUNİ BİR GÖREV DEĞİLDİR
TSK, bu protokoldeki hükümlerden hareketle “iç güvenlik doktrinini”, iki temel mekanizma üzerinde yeni baştan inşa etmiştir.
(1) EMASYA birlikleri ihtiyaç halinde yardıma gönderilen tali birlikler olmaktan çıkarılarak, 24 saat göreve hazır sürekli birlikler haline getirilmiştir.
(2) Askerler iç güvenlik alanında kendine has özel bir alan oluşturmuştur. Askerî makamlara, iç tehditle ilgili düzenleme yapma, müdahale etme ve çeşitli toplumsal olayların vukuundan önce önleyici tedbirleri alma yetkisi verilmektedir. Bu düşünce, “sürekli takip, sürekli değerlendirme, sürekli bilgi toplama” anlayışını öne çıkarmıştır. Bu kapsamda askerî garnizonlar içerisinde “Asayiş Güvenlik Merkezleri (AGM)” oluşturuldu. Toplumdaki iç düşman merkezli muhtemel tehlikelerle ilgili bütün istihbari bilgilerin, MİT, asker ve emniyet istihbaratlarından AGM’lerine akması sağlandı. İstihbari bilgilerin değerlendirilmesi ve bunun sürekliliğinin sağlanması, toplumun asker merkezli takip edilerek fişlenmesi mekanizmasının ortaya çıkması neticesini doğurdu. Dolayısıyla EMASYA birlikleri, valinin davetini beklemenin yanında, daha başka işlerle de uğraşan sürekli görev yapan bir birim haline geldi. Protokolü en tartışılır kılan hususlardan birisi de, EMASYA komutanlıklarının halkı fişleme yetkisi ile donatılmış olmasıdır. AYM Başkanı “fişleme Anayasa’ya aykırı” dediği, fişleme yapmak için emir vermek suç olduğu halde, sistem EMASYA merkezli fişleme esasına göre çalışmaktadır. Bütün bu fişlemeler ise hiçbir hukuki denetime tabi değildir. Dolayısıyla burada herkesin fişlenebileceği keyfi ve denetlenemeyen bir yapılanma vardır.
EMASYA birliklerinin her türlü ön istihbari çalışmalar yaparak kişileri fişlemesi konusunda temel ölçüt, “iç düşman”lar önceden tespit edilerek önlemlerin alınmasıdır. İç düşmanların kimler olduğunu tespit etme yetkisi askerî birimlere aittir. Bu iç düşmanlardan birisi de irticai unsurlardır. İrticai unsurlar kapsamında iç düşman ilan edilenlerden birçoğu “şiddet”in “ş”sinden bile haberdar olmayan dindar kişilerdir. Kimileri namaz kıldıkları, kimileri eşlerinin başları örtülü oldukları, kimileri de din ve vicdan hürriyetinin olağan gereklerini yerine getirdikleri için fişlenmişlerdir. Ayrıca bu fişlenenlerden birçoğu çeşitli haklarından yoksun kılındı. 28 Şubat post modern darbesinin bir ürünü olan EMASYA, açık bir şekilde devletin iç işleyişinin mutlak olarak askerîleşmesi sürecini ifade etmektedir.
Peki bütün bunları nasıl değerlendirmek gerekir? Cevap:
EMASYA Protokolü, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan demokratik hukuk devleti açısından kabul edilebilirliği mümkün olmayan işlemlerin yapılmamasına imkân vermektedir. TSK’nın kontrolünde gerçekleştirilen toplumu fişleyip korkutma taktiği, son derece onur kırıcı olduğu kadar, bu fişlemeler, aynı zamanda hak mahrumiyetlerine de sebep olduğu ve hiçbir hukuki denetime tabi olmadığı için, hukuk devleti ilkesinin rafa kaldırılması anlamına gelmektedir. Çoğu kişiler, laik devlet düzenini yıkmakla suçlanırken, protokol ile öngörülen mekanizma demokratik hukuk devletinin yok edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Laik devlet düzenini yıkmak istedikleri söylenen sözüm ona “iç düşmanlar”, bu yönde hiçbir hukuk dışı şiddet içerikli eylemli kalkışmada bulunmadıkları halde, onur kırıcı bir şekilde fişlenip yüzleri damgalanırlarken, demokratik hukuk düzenini tehdit edenlere hiçbir şey olmamaktadır.
Her ilde kurulması öngörülen AGM’yle, sivil emniyet ve mülki idari amirlerin, istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askerlere bağımlı kılınmaları, 5442 sayılı kanun gereğince emniyet ve asayişin sağlanması konusunda valilerin inisiyatif sahibi olması esası ile çelişmektedir.
Protokolle, gerek valinin yardım talebi üzerine gerekse yardım talebi olmaksızın müdahale etmesi durumunda olsun, ildeki tüm güvenlik birimleri, EMASYA komutanının emrine gireceği, bu kapsamda askerî birlik komutanının takdir edebileceği her türlü önlem alınabileceği için, burada, sıkıyönetim ile OHAL arası bir “olağanüstü yönetim” usulü öngörülmektedir. Bu olağanüstü yönetim usulü, yargılama yetkisi sivil mahkemelerde olduğu için sıkıyönetimden, inisiyatif EMASYA komutanına geçtiği için OHAL’den ayrılmaktadır. Burada protokolle, Anayasa’da düzenlenmesi gerektiği halde, 119-121. maddelerinde mevcut olmayan bir olağanüstü yönetim hali ihdas edilmiştir. OHAL ve sıkıyönetim Bakanlar Kurulu kararı ile ilan edilirken, askerî otoriteye neredeyse Türkiye’nin her yerinde terörle mücadeleden toplumsal olaylara varıncaya kadar geniş bir inisiyatif ve operasyonel müdahale yetkisi veren bu olağanüstü yönetim hali, bir EMASYA birliği komutanının kararı ile ilan edilmektedir. Burada Anayasa’nın pabucunun bir protokolle nasıl dama atıldığı görülmektedir.
Bu protokol, 28 Şubat sürecinin ilk günlerinde Güneydoğu’da OHAL rejiminin tedricen kaldırıldığı bir dönemde, OHAL’in yerine ikâme edilmek üzere imzalanmıştır. Protokol ile, bir yandan belli toplumsal kesimler ile emniyet güçlerine güvensizliği merkeze alan bir “alan kontrolü stratejisi” yürütülürken, diğer yandan da OHAL rejimi kaldırıldıktan sonra, olağan dönemlerde askerî vesayetin sürdürülmesi mekanizması kurulmuş olmaktadır.
Hiçbir demokratik hukuk devletinde, iç istihbarat toplama gücü askerî birimlere terk edilemez. Askerî birimlerin temel işlevi ülkeyi harici güçlere karşı korumaktır. İç tehdit var mıdır; yok mudur? Bu sorunun cevabını askerî birimler değil, parlamento ve ona karşı sorumlu olan hükümet belirler. Demokratik bir hukuk devletinde, halk, askerî birimler tarafından “iç düşman ve düşman olmayanlar” şeklinde iki kampa ayrılamaz. Oysa bizim ülkemizde, önce halk askerî otoriteler tarafından “iç düşmanlar, düşman olmayanlar” olarak ikiye ayrılmakta, düşmanlar arasında yer alan kişilerin birçoğu da şiddeti içermeyen salt inançlarından veya düşüncelerinden dolayı bu sınıfa dâhil edilmektedir.
Bütün bu bulgular, EMASYA Protokolü’nün, hem Anayasa’ya, hem ilgili kanuna, hem evrensel demokratik hukuk devleti ilkelerine en ağır bir şekilde aykırılık teşkil etmektedir. Umarım bu protokolün ömrü uzun olmaz.
Zaman, 28.01.2010