Ben yargıya sonsuz güven duyan insanlardan değilim, hatta yargı en az güven duyduğum kurumlardan biridir. Yargının adalet dağıtmaktan çok siyasi ve ideolojik kaygılarla neler yaptığını biliyoruz. Savcıların dayanaksız gerekçelerle insanları nasıl suçladıklarını, yapılan suçlama ile verilen ceza arasında bir denge olmadığını, insanların kolayca tutuklandığını, mahkemelerin yıllarca sürdüğünü biliyoruz. Yargıya güvensizliğimin sebebi yargı mensupları değil, yürütülmeye çalışılan eskimiş ve hukuka yabancılaşmış sistemdir.
Yargıya güvenmek zorunluluğu yok, ama aramızdaki anlaşmazlıkları yargı yoluyla çözmek, hoşumuza gitse de gitmese de yargı kararlarına katlanmak zorundayız. Aksi takdirde gücü ele geçirenlerin keyfî kararlarını kabullenmek zorunda kalırız.
Muhalefetin Yargıya Saygısı
CHP, kendinden yana siyasallaşmış yargıdan çok memnundu. Yargı, hukuku bir yana bırakıp rejim karşıtlarını hedef alırken yargının en birinci destekçisiydi, herkes yargı kararlarına saygı duymalıdır sözünü ağzından düşürmüyordu.
Taraflı yargı, milletten en çok oy almış olan partiyi siyasî ve ideolojik gerekçelerle kapattı, parti yöneticilerine siyaset yasağı koydu, seçilmiş milletvekillerinin milletvekilliğini iptal etti. Yine halkın tek başına iktidara getirdiği AKP’yi kapatmak için davalar açıldı. Anayasa Mahkemesi dünyanın en tuhaf 367 kararını aldı. Yargı kararıyla Türk Parlamentosu cumhurbaşkanını seçemedi. CHP bütün bu olanların bir numaralı alkışlayıcısı idi.
O zaman yargının tarafsızlığı yargı mensuplarının da umurunda değildi zaten. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Nazmi Şarvan’ın söylediği, “Yargı elbette tarafsızdır. Ancak Türk yargısı Atatürk ilke ve devrimlerinden yana taraftır ve taraf olmaya devam edecektir, Çünkü bağımsızlığımızın, ülke bütünlüğünün, hukuk devletinin, demokrasi ve Cumhuriyet’in dayanağı ve kaynağı Atatürk ilke ve devrimleridir. Bu kaynağı kurutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir” sözleri durumu açıklıyordu.
Darbeciler mahkeme karşısına çıkarılana kadar CHP’li siyasetçiler ve yandaş hukukçular yargı sisteminden asla şikâyetçi değildiler. “Hukuk herkese lazımdır”, “yargı kararlarına herkes saygı gösterecektir” diyorlardı. “Türkiye demokratik, laik bir hukuk devletidir” sözleri dillerden hiç düşmüyordu.
Ne zaman ki, darbeciler mahkeme karşısına çıkarıldılar, CHP’li politikacılar ve yandaş hukukçular yargıya karşı saldırıya geçtiler. “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır” diyenler; söz konusu Atatürk ilke ve inkılapları ise demokrasinin lafı olmaz, söz konusu devletin yüksek çıkarları ise temel insan haklarının önemi olmadığını söyleyenler, masuniyet karinesinden bahsetmeye başladılar, uzun tutukluluk sürelerinden, savunma hakkının kutsallığından, usulsüz göz altılardan, usulsüz sorgulamalardan, usulsüz telefon dinlemelerinden şikâyet eder oldular.
Yargı sürecini etkilemek için neler yapılabileceğini, darbecilere karşı yapılan yargılamalarda gördük. Darbe sever siyasetçiler, darbe sever sivil toplum kuruluşları, darbe sever hukukçular her aşamada yargıyı etkilemek için neler yapılabileceğinin çok kötü örneklerini sergilemekten çekinmediler.
Ergenekon Terör Örgütü davasında sona yaklaşılırken, duruşmaya katılan CHP’li 41 milletvekili, İşçi Partisi ve Tüm Gençlik Birliği (TGB) üyeleri duruşma salonunu birbirine kattı. Sanık yandaşları duruşma salonuna zorla girmek için kurulan barikatları yıktılar.
CHP Genel Başkanı yargı kararlarını tanımadığını da ilan ederken, yargıçları tehdit etmekten de çekinmedi. CHP Genel Başkanı, partisinin grup toplantısında, “Tüm milletime söz veriyorum, ne kadar süre geçerse geçsin, adaleti katleden yargıç ve savcılardan eninde sonunda hesap soracağız! Bu ülkeden her yurttaşın adalet talebe var. Biz onun önünde yürüyen partiyiz. Siz savcı da değilsiniz yargıç da… Siz iktidarın taşeronluğunu yapıyorsunuz! Sizin verdiğiniz kararların toplum gözünde hiç bir ehemmiyeti yoktur” diye konuştu.
Ergenekon, Balyoz vs davalarıyla birlikte herkes savcı, yargıç, avukat oldu. Binlerce hatta milyon sayfa iddianameleri hemen okudular, delilleri değerlendirdiler, şahitleri dinlediler, savunmaları aldılar, bilirkişi raporlarını okudular ve yargıçlardan önce sanıkları beraat ettirdiler veya mahkûm ettiler.
İktidarın Yargıya Saygısı
İktidar, kendini güvende hissedene kadar yargıya saygılı görünüyordu. Kendi hakkında açılan kasıtlı davalara bile sessizce katlanıyor, oyunun kurallarına göre hareket ediyordu. AKP’li politikacılar, AKP öncesi dönemde de, AKP döneminde de kendilerine karşı açılan kapatma davalarında bile yargıya karşı direnme, yargıyı engelleme, yargı mensuplarını çete oluşturmakla suçlama yollarını seçmediler. Hatta en küçük bir direnç bile göstermediler. Yargı kararlarına karşı çaresiz boyun eğdiler.
İktidarın yargıya karşı saldırısı birdenbire, kendilerine karşı yöneltilen rüşvet ve yolsuzluk suçlaması ile başladı. Başbakan önce dava açan savcılara karşı görülmemiş bir itibarsızlaştırma ve linç kampanyası başlattı. Başbakanın açtığı kampanyaya iktidar yanlısı gazete ve televizyonlar, yazarlar, bürokratlar, sivil toplum kuruluşları da katıldılar. Şimdiye kadar hiçbir konuda sesini çıkarmayan bazı dinî cemaatler de Başbakana destek vermek gereğini duydular.
25 Aralık’ta daha kötüsü oldu. Cumhuriyet savcılarından biri yeni bir yolsuzluk operasyonu başlatmak istedi. Savcı operasyonu yapacak kolluk kuvveti bulamadı, İstanbul Emniyet Müdürü savcıya kolluk kuvveti vermedi. Bunun herhalde suç olması gerekirdi. İstanbul Emniyet Müdürü hakkında yasal işlem yapılması gerekirken, operasyonu başlatan savcı görevden alındı.
Daha sonra yolsuzluk ve rüşvet davası açan savcıların görevden alınması süreci başladı. Hükümetin beğenmediği HSYK iktidarın hoşlanmadığı operasyonları başlatan savcıların hemen hepsinin görev yerlerini değiştirdi.
Bu operasyonlarda savcıların emrinde görevini yapmak zorunda olan polisler bir şekilde cezalandırılırken, bu operasyonlarla hiçbir ilişkisi olmayan binlerce polis de, kış kıyamet demeden sürgüne gönderildi. Hükümet, olaylarla hiçbir ilişkisi olmayan polislere karşı gösterdiği aşırı tepki ile kendine boyun eğmeyen kamu görevlilerine karşı neler yapabileceğini göstermeye çalışıyor herhalde…
Darbecilere karşı açılan davalarda CHP’nin ve darbe severlerin, savcılara, yargıçlara karşı açtığı yıpratma kampanyasını daha önce yaşamıştık, ama yürütmenin kendine karşı açılan bir davada yargı organına karşı, yargıyı fiilen engelleyecek şekilde böyle bir tavır aldığını hiç görmemiştik.
İktidarın yargıyı tanımaması ve toptan yıpratmaya çalışması muhalefetin yargıyı etkilemeye çalışmasına benzemez. Her oyunun kuralı, oyunun önceden belirlenen kurallara göre oynanmasıdır; kartlar dağıtıldıktan sonra, oyun oynanırken kuralları değiştiremezsiniz.
İktidar, kendilerini iktidara getiren demokrasi oyununun kurallarını unutmuşa benziyor.
İktidar Suçu Üstlendi
Türkiye’de siyasi muhalefet ülke sorunlarının çözümü için projeler veya alternatifler üretmez. İktidarın yıpranmasını bekler. İktidarı yıpratmanın biricik yolu da hiç ara vermeden ısrarla yolsuzluk ve rüşvet suçlamaları yapmaktır. Bu sebeple ben yolsuzluk suçlamalarını fazla önemseyen biri değilim.
Ama yolsuzluk ve rüşvetle suçlananların, yargıyı engelleyerek işin içinden çıkması da kabul edilebilir bir şey değildir. Suçlananların yargı karşısına çıkarak kendini aklaması, dayanaksız suçlama yapanlardan da bir şekilde hesap sorulması gerekir.
Son yolsuzluk ve rüşvet operasyonu karşısındaki tavrı ile siyasi iktidar suçu doğrudan üstlenmiş bulunuyor.
Şu anda, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, işadamı Reza Zerrab, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve oğlu, İçişleri Bakanı Muammer Güler ve oğlu, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ve oğlu, Avrupa Birliği Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış, Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan şaibe altında kalmıştır.
Bundan sonra yapılacak yargılamaların da hiç önemi yoktur. Yargıya yapılan müdahaleler, bundan sonra verilecek bütün kararları şaibeli hâle getirmiştir. Belki de adil bir yargılama sonucu aklanacak olan insanlar, halkoyu önünde suçlu durumuna düşürülmüştür. 30 Mart seçimlerinde AKP oylarını arttırsa da durum değişmeyecektir.