İslamcılığın demokratik dönüşümü mümkün mü? – Hasan Kösebalaban

İslamcılığın ideolojik çöküşü Olivier Roy’un 1990’larda “Siyasi İslam’ın İflası” adlı kitabında dile getirdiği bir tezdi. Ona göre İslamcılık, başlangıçta, gelenek karşıtı modern bir entelektüel akım iken, uğradığı dönüşümle, marjinalize olmuş şehirli gençler için cazip bir radikal protesto hareketi olmaktan öteye gidememişti. İslamcılık toplumların Batılılaşma ve karma eğitimin getirdiği ahlâki yozlaşmaya tepki gösteren ancak gerçek, uygulanabilir bir siyasi ya da ekonomik program sunamayan bir ideolojiye dönüşmüştü. İktidara gelme fırsatı buldukları yerlerde İslamcılar devirdikleri baskıcı rejimlerinin benzerlerini inşa ettiler, ancak etkin ve adil bir yönetim ve ekonomik program sunamadılar.

Roy’un bu eleştirisi yoğun bir şekilde tartışıldı, hâlâ da tartışılıyor. Ancak onun temel argümanının siyasi İslam’ın bitimiyle ilgili olmadığı açık. Aksine, anti-emperyalist bir ideoloji olarak İslamcılık, Batı emperyalizmi ve müdahaleciliğinden kaynaklanan siyasi sorunların ve Müslüman toplumlardaki adaletsizlik algısının giderek artması ve kronik hale gelmesinden dolayı ilgi uyandırmayı sürdürdü.

1979’da Afganistan’ın işgalinin alevlendirdiği küresel cihad dalgası, 1979’da İran Devrimi, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dini kimliklerin sınırları aşan bir şekilde önem kazanması, Bosna, Çeçenistan ve Filistin benzeri Müslüman toplumların dâhil olduğu zulüm, savaş ve katliamlar, Müslüman ülkelerde Batı’nın  desteğini alarak iktidarlarını devam ettiren diktatörlerin uyguladıkları baskı politikaları İslam kimliğinin mobilizasyon gücünü sürdürmesini sağladı. Müslümanlar kendilerini giderek artan bir şekilde Samuel Huntington’un teorik çerçevesini çizdiği Batı’nın yürüttüğü bir medeniyet savaşının hedefi olarak görmeye başladılar.

11 Eylül’den Arap Baharı’na

11 Eylül 2001 olaylarına İslamcı referansları güçlü bir örgüt damgasını vurdu. Ardından Afganistan’ın bu defa ABD tarafından işgal edilmesi, 2003 Irak Savaşı ve İsrail’in Gazze’ye yönelik mütemadi saldırıları Müslüman toplumlarda ortak İslam şuurunu güçlendiren olaylar oldu.

2011’de başlayan Arap Baharı süreci her ne kadar İslamcılığın damgasını taşımasa da, bu olayları takip eden demokratikleşme sürecinde gerçekleştirilen bütün seçimlere damgasını İslamcı partiler vurdu. Bunlar arasında özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler (İhvan) ve Tunus’ta Nahda demokratik seçimlerde dikkat çeken başarılar elde ettiler.

Mısır’da yapılan ilk özgür ve adil cumhurbaşkanlığı seçimini İhvan’ın kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi adayı Muhammed Mursi kazandı. Tunus’ta Nahda daha dikkatli ve kontrollü bir şekilde hareket ederek, siyasi alanı kendi tekeline alma konusunda aceleci davranmadı.

Ancak 2013’te Mısır’da gerçekleşen askeri darbe ile Mursi’nin görevinden uzaklaştırılması ve İhvan’ın yasadışı ilan edilmesi, Arap Baharı’nın yaşandığı diğer ülkelerde, özellikle Yemen, Libya ve Suriye’de iç savaş ortamına geçilmesi bilhassa gençler nezdinde demokratik yönelimli hareketlerin gözden düşmesini ve radikal Selefi hareketlerin cazibesinin artmasını sağladı.

İslamcı hareketlerin çıkmazı

Bu anlamda demokrasiyi araç olarak benimseyen İslamcı hareketler bir açmazla karşı karşıyalar. Bir yanda kendilerini kendi toplumlarında ve güç merkezleri nezdinde çoğulcu bir demokratik sistem içinde kalan, ancak demokratik ilkelere bağlı, kabul edilebilir bir siyasi güç olarak yeniden tanımlamak durumundalar.

Diğer tarafta siyaset sahnesine itilmelerinden dolayı uğradıkları prestij kaybından istifade eden radikal hareketlere karşı, tabandaki meşruiyetlerini yeniden tesis etmek durumdalar.

Klasik kaynakları okumaktan sıkılan ve kendilerini daha çok sosyal medya araçlarıyla ifade eden dinamik bir gençliğin nabzını, kıdemli bir liderliğe sahip, yavaş düşünen ve yavaş hareket eden geleneksel teşkilâtlar değil, onların dilini konuşan ve hızlı eylem imkânları sunan radikal hareketler daha iyi tutabiliyor.

Kısacası geleneksel hareketler ya geniş toplum kesimine hitap edebilecek bir kimlik tanımlaması sürecine girecekler, dönüşecekler ya da geleneksel şiddet-karşıtı metotları bir tarafa bıkarak radikal hareketlerle sert bir rekabete başlayacaklar. Tam bu noktada Tunus’ta Nahda lideri Raşid el-Gannuşi’nin sunduğu vizyoner liderlik çok kritik bir öneme sahip.

Gannuşi’nin vizyoner liderliği

Arap İslamcı hareket liderleri içinde Gannuşi’nin İslam ile demokrasi arasında bir tezat olmadığına dair görüşleri 1970’lere dayanır. Ancak Gannuşi bu görüşleri ileri süren ilk Arap İslamcı lider değildi. Ondan daha önce Suriye İhvan hareketine mensup Maruf Devalibi gibi liderler 1945 ve 1963 yılları arasında parlamenter demokratik tecrübe ortamında benzer siyasi yaklaşımlar ortaya koymuştu. Yine Sudan’da Hasan Turabi’nin 1960’larda İslam ve demokrasi uyumuna dair ileri sürdüğü görüşler önemlidir.

Ancak hem Suriye’de hem de diğer Arap ülkelerinde yaşanan devlet şiddeti ortamında bu teoriler rafa kaldırıldı, yerlerine daha sert ve radikal yorumlar ikame edildi. Nitekim Turabi 1989’da kendi kendisini inkar ederek demokrasiyi terk etti ve Sudan’daki askeri darbeye destek verdi. Bugün demokrasiyi bir araç olarak benimseyen hareketler arasında dahi Gannuşi’nin ileri sürdüğü görüşlerin tam olarak kabul görmediği biliniyor. Nahda lider kadrosu içinde bile Gannuşi’nin görüşlerini aşırı liberal bulan önemli isimler var.

Gannuşi geçtiğimiz hafta daha ileri bir adım atarak, Nahda parti kongresinde artık İslamcılığı terk ettiklerini ve Müslüman demokrasisine geçtiklerini ilan etti. Şartların farklılığı nedeniyle tam bir mukayese imkânı olmasa da, onun bu çıkışı 2001’de AK Parti’yi kuran kadronun Milli Görüş gömleğini çıkarıp, muhafazakâr demokrasi anlayışını benimseyişlerini akla getirdi.

AK Parti ile mukayese

Ancak AK Parti hareketinin ortaya koyduğu vizyonun farklılığı, demokrasiye bağlılıkla ilgili değildi ve daha çok dış politika ve ekonomiye bakış açısının liberal-küreselci oluşundan kaynaklanıyordu. AK Parti’nin muhafazakârlıkla demokrasiyi ve liberal ekonomik bakış açısını bir sentez halinde sunduğu ideolojik formülü, üç seçim boyunca aralıksız tek başına iktidar başarısı getiren bir ideolojik hegemonya oluşturdu.

Türkiye’nin Arap İslamcı siyasi hareketlerine bir model sunabilmesi iki nedenden dolayı son derece güç. Öncelikle, Türkiye’deki siyasi hareketin evrim süreci daha ziyade demokratik tecrübeler yoluyla ve seküler bir sistemde gerçekleşmiştir. Bu açıdan geçmişteki darbe süreçleri, koalisyon deneyimleri ve özellikle mahalli yönetim tecrübeleri önemlidir. 2001’deki kuruluş felsefesi açısından AK Parti örneğinin aynı demokratik tecrübelere sahip olmayan Arap ve geniş İslam dünyası ile mukayese edilmesinin zorluğu ortadadır.

Diğer tarafta AK Parti’de gelinen aşamada referansların giderek dava ve hareket gibi soyut kavramlara evrildiği, başlangıçtaki kadro hareketi yerine lider hareketi anlayışının ön plana geçişi göz önüne alındığında, Gannuşi gibi liderlerin Türkiye modeli üzerinden hareketlerini konumlandırmaya çalışmaları zorlaştı.

Bu nedenle Gannuşi Türkiye’ye benzeyen ideolojik sosyal fay hatlarına sahip Tunus toplumundaki ve geniş Arap toplumlarındaki ikna gücünü orijinal ve kapsamlı bir model ortaya koyarak artırabilir.

Gannuşi’nin ‘İslamcılığı terk ediyoruz’ çıkışının bu ideolojinin bitimini değil, aksine normalleştiğini gösterdiğini ileri sürebiliriz. İslamcılık bir muhalif ideoloji olarak güçlü kalmayı başarmış olsa da demokratik rekabet ortamında, Müslüman çoğunluklu bir toplum içinde kendi etrafına duvar örme açmazını aşamıyor.

Çoğu zaman İslamcılığın despotik muhalifleri de bu durumdan memnun kaldılar, zira bu sayede İslamcılığı hem kendi toplumlarında hem de Batılı güç merkezleri nezdinde modernite karşıtı, anti-laik bir ideoloji olarak mahkum edebiliyorlardı.

Oysa Müslüman Kardeşler, Nahda ve benzeri hareketlerin lider kadroları seküler eğitimli teknokratlardan oluşurken, bu ülkelerdeki yerleşik ulemâ ve dini eğitim kurumları onların en sıkı muhalifleri durumundaydı. Yani aslında bu teşkilatlar yönelim, vizyon ve kadro olarak başından beri dinsel değil, seküler bir mahiyete sahiptiler. Şimdi söylem bazında da İslamcı etiketin atılması, meşruiyetin İslam’dan alınması rahatlığını ortadan kaldırıyor.

Kolaycı meşruiyet kaynaklarından mahrum Müslüman demokrat aktörler, hem Müslüman ve hem de Müslüman olmayan bireylerden oluşan, genç ve iyi eğitimli bir toplumun karşısına anlaşılır bir dille ifade edilmiş demokratikleşme ve ekonomik kalkınma programları ile çıkmak zorundalar.

Diğer tarafta referanslarını İslam’dan almayan bir programın radikal Selefi akımlar karşısındaki başarısı, ancak siyasi katılım imkânlarının genişlemesi, yani demokrasinin yerleşmesi ile mümkün olabilir.

Müslüman Kardeşler vb. teşkilatların önündeki meydan okuma

Gelinen noktada Müslüman Kardeşler gibi teşkilatların önünde farklı bir meydan okuma bulunuyor. Bu da onların siyasi parti mi yoksa bir siyasi partiye sahip ama ondan daha geniş bir cemaat ya da sosyal hareket olarak mı kalacakları konusundaki yol ayrımıdır.

Demokratik bir sistemde seçilen liderlerin ya da seçilmemiş bürokratların aynı zamanda bir sosyal hareketin mensubu olarak bu teşkilât tarafından yönlendirilmeleri önemli bir sorundur.

Muhammed Mursi, Cumhurbaşkanı olarak Mısır’ın en yüksek makamını işgal ediyordu, ancak kendi teşkilatı olan Müslüman Kardeşler’in lideri değildi. Eğer Mısır’da Mursi iktidarda kalmaya devam etmiş olsaydı, parti ve hareket arasındaki gerilim zamanla kendini gösterecekti.

İleride Mısır gibi diğer ülkelerde kaçınılmaz olarak tekrar demokratikleşme yaşanacak. Ancak o zamana kadar geçen sürede, İslami hareket ve partilerin bu soruları tartışmaları ve gerekli dönüşümü gerçekleştirmeleri gerekiyor.

Müslüman Kardeşler Şura Meclisi Üyesi Cemal Haşmet’in, Gannuşi’ye benzer bir şekilde, teşkilatın yakın bir zamanda siyasi ve İslami faaliyetlerini birbirinden ayıracağı şeklindeki açıklaması, bu yöndeki bir dönüşümü işaret ediyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler teşkilatı içinde bu tartışmaların başlaması sağlıklı bir gelişmedir.

Demokratik yönelimli İslamcı partilerin iktidara gelmesine imkân veren Arap Baharı sürecinin akamete uğratılması, IŞİD gibi siyasi şiddetin her türlü yöntemini kullanmaktan çekinmeyen radikal hareketlerin cazibesini artırdı. Yaşanan bu süreç geleneksel İslamcı hareketlerin bitimini değil, artan önemini ortaya koyuyor.

Aşırı radikal unsurları durdurabilecek yegâne unsur, muhafazakâr hareketlerin katılımcı bir rekabet ortamında iktidara gelmelerine imkân sağlayacak bir demokratikleşme sürecidir. Ancak bu hareketlerin çoğulcu bir demokratik siyasi rekabet ortamının eşit katılımcıları olarak kabul edilmeleri için kendilerini ideoloji ve teşkilatlanma boyutlarında dönüştürme zorunlulukları da ortadadır.

Halen demokratikleşmenin kesintiye uğraması sürecini yaşıyoruz. Bu ortam İhvan ve Nahda gibi köklü hareketlere büyük fırsat ve sorumluluk yüklüyor. Şayet bu hareketler soyut ideolojik referansların kolaycılığından uzakta, meşruiyetlerini uygulanabilir, ayakları yere basan programlardan alan demokratik aktörler olarak kendilerini yeniden kurgulayabilirlerse, ülkelerinin demokratik geleceklerinin mimarı olabilirler.

Gannuşi’nin başlattığı ideolojik dönüşüm süreci, eğer gerekli desteği bulabilirse, bir dönüm noktası teşkil edebilir.

Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi. Aynı zamanda Five Colleges, Inc. (Amherst, Massachusetts) araştırma görevlisi.

Al Jazeera Türk, 31.05.2016

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et