Hayatı amaca matuf yaşamak, bir mefkûreye sahip olmak ya da her daim istikamet üzere olmak, insanın kendini “keşfetme”, “bilme” ve “iyiye” yolculuğunun güzergâhını oluşturan hakikatlerdir. Aksi, Herakleitos’un “Arzu edilen şeyin bedelini ruh öder” dediği noktadır. Fıtrata aykırı davranan insan derinlerde acı duyar. Hayattaki en büyük sahtekârlıklardan birinin sîreten eğri olunduğu halde, sûreten doğruymuş gibi görünmek olduğu gerçeği ise herkesi rahatsız eden bir hakikat olarak önümüzde durmaktadır. Fikrî ve ideolojik tutumu tamamen farklı olan ama ne ise öyle gözüken ve inandığının yolunda yürüyen insanlar oldukça takdir edilesidirler.
İyi insan kendini keşfeden, ne ise öyle davranan, bilmediğini kabul eden ve kendini değerli görmekle beraber hayatın yegâne gayesinin kendisi olmadığının ayırdına varandır. Ferd olarak iyileşme ile toplumsal iyileşme birbirlerine oldukça bağımlıdırlar. Toplumsal iyileşme için de ilk yol birer ferd olarak “iyi” olmaya çalışmaktır. İyi olmayı ferd düzeyinde başaramadığımız sürece sosyolojik rehabilitasyon pek mümkün olamayacaktır. Ferd olarak “iyi” nasıl olacağız? İnsanın yaratılışta, mahiyetine derc edilen cevherin yeniden keşfedilmesi insanın istikamet kazanması açısından en büyük adımdır.
Yaşayışı itibariyle sıra dışı bir filozof olan Sinoplu Diogenes bir gün genç birinin giymiş olduğu pahalı giysisiyle övündüğünü görünce, şöyle demiştir: “Evladım, bir koyunun meziyetiyle övünmekten vazgeç.” Evet, yani insanı değerli kılan sîretidir, sûreti veyahut ziyneti değil! Aslolan insanın kendini keşfetmesi ve hayattaki birtakım gereksiz yüklerinden kurtulmasıdır. İbn Rüşd’ün dediği gibi “Allah’ın bize akıl verip de ona muhalif din vermesi imkânsızdır.” Şüphe duymak, bilginin peşinden gitmek yaratıcının sırlarını keşfetmek için çok önemlidir. “… Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Al-i İmran/ 190). Bu gerçeğe gözlerin kapanmaması gerekmez mi?
Aynı şekilde, mutlu olmak için hayatın sade yaşanması, başkalarından beklentilerin azaltılması ve mümkün olduğu ölçüde bağımlılıklardan kurtulması çok önemlidir. Böylelikle görece özgürleşen insan hayattan da kâm alır. İnsanların ancak yoklukları halinde kıymetlerini anladığı iki şey sağlık ve özgürlüktür. Birincisi bedeni, ikincisi ise ruhu ikame eder. Yine Diogenes’den aktarıldığı şekilde, “Yeryüzünde en iyi şey nedir? diye sorduklarında, hür olmak diye cevap verdi.” Burada bahis mevzu olan özgürlüğü sadece bir şeyi yapabilme kudreti ya da bir şeyden masuniyet anlamında değerlendirmemek lazım. Hakikati duyumsama gayesiyle insanın kendi içerisine yaptığı yolculuğun önündeki yük ve manialardan kurtulması da bir nevi özgürlük olarak değerlendirilemez mi? Kanaatime göre bu bir tür özgürleşme çabasıdır elbette.
Bu hususta gözden kaçırılmaması gereken bir husus da iyi olmanın yalnızca insanın derûniyeti ile alâkalı bir mevzu olmadığıdır. Sivil itaatsizlik kavramının en önemli ismi Amerikalı Henry David Thoreau teori ile eylem arasındaki etikliği sorguladığı bir yerde “Ayağa kalkıp yaşamadan oturup yazmaya çalışmak ne büyük bir sefalettir” ifadesini kullanıyor. Bu sözü iç yolculuğun bir boyutunun dışsal bir eyleme geçmek olduğu olarak da anlamlandırabiliriz. Aslında bu minvalde, Burke de kötülerin kazanması için gereken yegâne şeyin, iyi insanların hiçbir şey yapmaması olduğunu ifade etmiştir. İyiliğin paylaştıkça çoğaldığını ve bunun sonucunda da kötülüğün tedricî olarak azalacağını ümit edebiliriz. “İyiler tek tiptir, kötüler ise muhtelif” diyerek veciz bir cümle kurar Pythagoras. Kötülerin ve kötülüklerin daha fazla olduğu ve tüm dünyayı sardığı bir ahvalde, birbirleriyle anlamlı ve seviyeli bir diyalog bile kuramayan günümüz insanı iyiliği nasıl temsil etmeli peki?
Kendini bir başkasından her daim üstün gören, eksiklerini, zayıflıklarını kabul etmeyen ve yegâne doğrunun kendisine ait olduğunu iddia eden insana ya da insanlara yapılacak en büyük yardım, doğrularından şüphe etmelerini sağlamak olacaktır. Bu kapsamda, ifade özgürlüğünün önündeki tüm engelleri kaldırmak gerekir. Bu sadece siyasi boyutu olan bir husus olmayıp, toplumsal ve bireysel boyutları da olan çok yönlü bir süreçtir. Bir tür kültürdür. Eskiler ne güzel bir derler; “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” diye. Fakat, Üslûb-u beyan ayniyle insan’ düstûrunu da hatırdan hiç çıkarmamak lazım. Sözler, birkaç defa düşünülüp söylenmeli. Zira söz ağızdan çıkana kadar onun bizim, çıktıktan sonra ise bizim onun esiri olduğumuz gerçeğini de zaten söylenegelen bir hakikat olarak bilmekte değil miyiz? Hakaretten azâde olarak, nezâket kuralları çerçevesinde yapılmış “en büyük eleştiri” bile çok lezzetli ve değerlidir. Çünkü insanın alabileceği fevkalâde dersler barındırmaktadır içinde. Doğrularından şüphe etmelerini sağlayacak bir tartışma ortamının varlığı ile beraber ortaya çıkan sonuç, tartışmanın tüm tarafları için oldukça yararlı olacaktır. Böylelikle, tartışmaya katılanların eğer bilgileri doğruysa teyid edilmiş, yanlışsa da tashih edilmiş olur.
Aslında tüm bunlar insanın bilmediğinden kaynaklanmaktadır. İnsanın az bilmesi ya da bilmemesi onu bilenlere karşı aşırıya kaçmalarına ve hayatın amacını ıskalamalarına neden olabilir. Kitlesel ve organize cahillik kötüdür elbette. Ancak “bilmemek” manasında cahillik bizi bilmeye yönlendiriyorsa çok da kötü değildir. Kendini keşfetmenin ilk adımıdır. İnsanoğlu tarihte “bilseydi” eğer hep olduğu yerde kalır, hakikatin peşinden gitmez ve medeniyet kuramazdı. O halde denilebilir ki yeni bir medeniyet de işte bu “bilmeme” durumu sonucu inşâ edilecek!