Anarşizm bir rejim ve düzen olmaktan çok bir özgürlük idealine işaret eder. Gündelik dilde olumsuz kullanımına rağmen içinde ahlaki ve hatta mistik fikirleri barındırır. Teorisyenlerinin çoğu (Kropotkin, Bakunin veya Proudhon gibi) tanrısız olmakla beraber, pratisyenlerini dindar, mistik ve deist (Gandi, Tolstoy, Şeyh Bedreddin gibi) olabilir. İslam inancı tüm öteki dinler gibi kendi içinde pek çok ideolojiye mal edilen fikir ve referans noktasını barındırabilmektedir. Ama İslam ve din olgusu bunlardan hiç birine indirgenemez. Dinde sosyalist idealin de paylaştığı, paylaşımcı ama insanı kitleye dönüştürmeyen, kitleleri değil insanı-bireyi amil kabul eden bir anlayış bulabilirim. Bununla beraber piyasa mekanizmasını içeren ama onu bencillik dışında bazı diğer erdemlerle sınırlayan bir liberalizm veya yerel olanı, töresel olanı ve alışkanlıkları koruma ve sürdürme anlamında bir muhafazakârlık bulabilirim. Örneğin İslam dini faydacı, deontolojik, varoluşçu ve anarşist diye nitelendirilebilecek ahlaki çıkarımları mümkün kılan bir genişliğe ve aralığa sahiptir. Bu yazıda özelde İslam genelde ise imanın kendi içinde çoğu insanın anladığından daha fazla –epistemolojik ve ontolojik manada- bir özgürlük barındırdığına dair bir iddiada bulunmak istiyorum.
İman ve özgürlüğe dair pek çok iddia ileri sürülebilir. Yukarıdaki iddiama biraz kuvvet katabilmek adına uzmanlık iddiasında bulunmadan Kuran’a başvurmak istiyorum. Bakara suresinin 3. Ayetinin “onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de Allah yolunda harcarlar” mealinde Müslümanların özelliklerinden birisi olarak “gaybe imanı” namazı ve zekât gibi edimlerden önce vermesi bu yazı için bir hareket noktasıdır. Kuran’da ve pek çok kaynakta sadece Allah’ın bilgisinde olan ve insanların sadece Allah’ın izin verdiği kadarını bileceği şeyler anlamında tefsir edilen gayb kelimesinin manası zaten tanımı gereği idrake ve bu metne sığmayacak kadar geniştir.
Fakat gaybe imanın ilk soruşturmada Allah, ahiret, ruh ve melekler gibi duyular aracılığıyla (deneyimsel veya Kantçı manada fenomenolojik) veya sadece akılla (saf akıl veya rasyonalist veya numenolojik olarak) tanımlanamayacak olana iman etmek anlamına geldiği açıktır. Gayb aynı zamanda hakikatin niteliklerinden birine işaret eder. Hakikat doğası gereği – mündemiç yani içkin olarak- kendisini gizler. Hakikat Allah’ı, sonsuzluğu ve bunların dışında verili olanın, yaratılmış olanın ardındaki gayeyi veya gerçek bilgiyi ima eder. İkinci bir soruşturmada gaybe iman; yaptığımız ibadetlerin ve kulluk görevlerinin karşılığının hemen değil, bizim bilemeyeceğimiz bir vadede, biçimde ve miktarda ancak adil olarak verileceğine inanma anlamına gelir. Üçüncü ve daha kapsayıcı manada ki bu benim tevilim olmanın ötesinde kelimenin bende çağrıştırdığı şey olarak; bir aralık, açıklık, aralı kapı, ışığın arasından süzülüp geldiği yerdir. Mesela gaybe imandan sonra namaz ve hac gibi ibadetlere değinmesi nedeniyle ayetin bende yarattığı izlenim, ibadetlerin aynı zamanda bir nevi dünyevi yaşamın niceliksel (maddi) akışından niteliksel olana (gaybe ve manaya) yer açmaya, dünyevi varoluşumuza kısa süreli de olsa bir ara vermeye veya aralık açmaya hizmet ettiği şeklindedir. Bir diğer ifadeyle bu ibadetler gaybe ve onun verdiği huzur-aydınlığa yüzümüzü dönmeye imkân verir. İbadet gaipten gelen çağrıya “işte buradayım ve hazırım” diye cevap vermek demektir.
Gaybe imanın özgürlükle veya anarşizmle (otorite yokluğu anlamında) ne ilgisi var? Gaybe iman bir otoriteye, veliye, hocaya, lidere veya devlete külliyen teslim olmamak anlamına mı gelir? Evet. Bu manaya da gelebilir çünkü bir mümine zorla yaptırılan veya dolayımsal gerekçelerle yapılan hiçbir edim (den/dan dolayı yapılan) tam olarak ibadet olamaz. Söz konusu iman olunca dolayıma (neden-sonuç silsilesine veya “çünkü” ve “için” şeklindeki gerekçeye) pek yer yoktur aslında, çünkü iman inkârın veya diğer inanışlarımızın aksine (Kirkegorcu manada) dolayımsızdır. Mümin toplumdan, otoriteden veya gelecek endişesinden dolayı ibadet etmez, etse de ibadeti makbul olmaz ve hatta belki de düpedüz “şirke” düşmüş olabilir. İyinin, doğrunun, hakkın ve adaletin ne olduğu konusunda Allah’tan başka bir otoriteye rızanın ve zorunluluğun ötesinde bir teslimiyet Allah’a ortaklar koşmak anlamına gelebilir. Müminin ameli dolayımsız olan imanıyla değerlidir. Bu dolayımsızlığı mümkün kılan özgürlük de çoğu zaman bir dolayımsız ideal olarak ele alınmalıdır[1]. Burada dolayımsal olmayan bir idea olarak özgürlüğü, dolayımlı ve dışsal özgürlükten farklı bir perspektiften -gaybe iman perspektifinden- anlatmaya çalışacağım.
Gaybe imanın özgürlükle ilişkisi nedir, sorusuna benim vereceğim cevap felsefidir, sorgulayıcıdır, yani dini bir inanç veya akide olması gerektiği şeklinde bir iddiası yoktur. Bu sorgulama ve açıklamalara ancak ve en fazla bir Gaybizm felsefesi denebilir ki, arzuladığım şey bu da değil. Söylediklerim sadece bir yorumdan öteye taşınmasın isterim. Bu felsefede gayb, sadece bilinmeyene değil olabilirliğin-olumsallığın (Allah’ın yaratış minvalinin) sonsuzluğuna işaret eden hem içkin hem de aşkın olan bir ideaya göndermede bulunur. Bilginin kendisi olarak değil bilgiyi yönlendiren, onu sentezlememize imkan veren bir ideadır bu. Örnek vermek gerekirse insanlar bir benlik ideasına (akıl, zekâ, karakter, ruh, kişilik, vs) sahip olmasalar idi, dış dünyadan aldıkları bilgileri zihinsel olarak bütünleştirmelerine izin veren bir hafızaya sahip olmaları ve kendilerini tutarlılığa sahip bir varlık olarak görmeleri imkânsız olabilirdi. Mesela pek çok filozof, düşünen bir yapı veya ruh olarak akıl ideası ile birlikte insanı bir başlangıç noktası olarak ele alır.
Aslında siyasal teoride en başta toplum sözleşmesi fikrini savunanlar bile ideal manada bir başlangıç noktası (doğa durumu) veya bir sıfır noktası (Rawlscu “original position” ve “veil of ignorance” gibi) belirlemek zorunda kalmaktadırlar. Kimsenin kendi gerçek pozisyonuna dair bilgi sahibi olmadığı bir noktadır bu. Bu benim tasavvur ettiğim özgürlüğe yaklaşan ama yine de oldukça sınırlı ve sığ bir başlangıç noktasıdır. Çünkü böyle bir noktadan geleceğe dair kararlar almak imkansızdır. Bayesian karar kuramı bu manada Rawlscu bakış açısını çürütmektedir çünkü beklenti yoksa rasyonel karar alma imkanımız da yoktur. Özgürlük bir noktadan veya bir başlangıçtan başlamaz ama illa da başlayacaksa onun başlangıcı bana göre sonsuzluk gibi bir şey olmalı. Sonsuzluk denen şey içi boş olan değil her şeyi içine alan ve hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan bir sonsuzluk olmalıdır. Tarih veya geçmiş denilen şey, bir tür olarak insanlığın tüm yaşamıdır ve insan dediğimiz şey aynı zamanda bir tarihtir. Bu yüzden tarihsellik dışı veya tarihsellik karşıtı bir fikir hem çağdışıdır hem de anti-hümanisttir. Öyleyse bir başlangıç noktası tarihin tümünü içine alan, sindiren bir yer olmalı ve aynı zamanda tarihin tüm olasılıklara açık bir gelecek olduğunu kabul eden bir şimdiki zamandan başlamalıdır.
İşte bu yüzden “gayb” olandan başlamak lazım diyorum. Gaybı, bir nokta olarak değil bir idea olarak ele almaya çalışıyorum burada. Bu türden idealar Kant tarafından aşkınsal idea olarak tanımlanırlar, onlar algılarımızı, düşüncelerimizi ve deneyimlerimizi yönlendiren, düzenleyen ve bütünleştiren idealardır. Gayb bu manada bir bilgi değil bir aşkınsal ideadır yani sübjektif veya nesnel hiçbir deneyime karşılık gelmez. Bir aşkınsal idea olarak Gayb yine Kirkegor’un özgürlüğümüzün temeli olarak nitelediği “kaygının” kaynağıdır. Yalnız Kirkegor kaygı özgürlüğümüzün kaynağıdır derken ben kaygının kaynağı gayb olmaktadır diyorum. İçkin bir idea olarak Gayb ise saf akıl (deneyime dayanmayan akıl veya sezgi) ile pratik (deneyimden çıkarılan veya duyusal) akıl arasındaki -aynı zamanda bu iki bilgiyi bilme biçimini birleştirmeye imkân tanıyan- aralıktır. Enteresandır, psikolojide Tesser’la anılan terör kuramı özsaygıya dair motivasyonlarımızın kaynağında insanın kendi ölümüne dair duyduğu kaygının yattığını belirtir. Bir diğer deyişle gayb ve kaynağı olduğu kaygı bizim kendimize saygı duymamızı pekiştirir yani bizi zayıflatmaz aksine güçlendirir. Bu bir tür gizemcilik değildir ama gizemcilik bile her zaman ve her yerde veya hiç değilse arada bir insanın yaşam doyumuna engel olacak benlik hapishanesinden kurtulmak, kendini kaybetmek, kendi sınırlarını aşmak ve benlikten daha büyük bir şeyle birleşmek gerektiğini söylemektedir. Bu aynı zamanda gerçek mütevazılıktır. Mütevazı olmak kendini küçümsemek değil kendini bazen unutmak böylece kendi yetenek ve becerilerimizin tadını çıkarmak kadar başka insanların da yeteneklerini takdir etmek demektir.
Evrendeki her şey bize göründükleri veya bilimin ortaya çıkarabileceği gizemlerinin de ötesinde gizemli dünyalara ve varoluşa sahiptirler. Bizim sonlu dediğimiz madde içindeki bilgi açısından bizim müdrikemize göre nispi bir sonsuzluğa sahiptir. Uzay örneğin, sonsuz veya onun gibi bir şeydir. Ama bir madde, mesela bir taş parçası bile, kendi içinde sonsuzdur. Şayet elimizdeki mikroskobun büyütme kapasitesi sonsuz olsaydı taşı sonsuz kere büyütüp daha önce görmediğimiz şeyleri görebilirdik. Ama bu gördüklerimiz hala mikroskobun dolayımıyla mümkün olduğundan onun sınırlılıklarına tabi olacaktır. Gaybe iman sınırlı olana değil sonsuz olana iman etmek manasına gelmesi bakımından da bir özgürlüktür.
Bu dünyada yaptığımız her şey, her araştırma ve verdiğimiz her karar aslında gaybe yönelmiştir. Çünkü eylemlerimizin sonuçlarını silsileler halinde izleyebilseydik sonuçlarının ne olacağını başta tahayyül bile edemeyeceğimizi anlardık. Biz eylemlerimizin sadece birkaç aşama sonrasını ön görebiliriz ve bazen onu da bilemeyiz. Bir eylemin tüm sonuçlarını ve hatta nedenlerini asla bilemeyeceğimiz demek, bizlere neredeyse sonu olmayacak bir hareket minvali sunar. Eğer her şey tam olarak bilinseydi bu şeylerle yapabileceklerimiz nitelik ve nicelik açısından sonlu, sınırlı olacaklardı, dolayısıyla özgürlük olmayacaktı, kurtuluş olmayacaktı, bağışla(n)ma olamayacaktı. Eğer tamamen bir cehalet karanlığı içinde olsaydık ki o zaman tamamen masum olacaktık, ama bu bir sorumsuzluğu barındırdığından insan olamayacaktık. Burada Kirkegor’un “masumiyet cehalettir” sözüne atıfta bulunuyorum.
Eğer her harekette gaipten bir eser olmasaydı hareketin kendisi ve düşüncenin kendisi olmazdı. Gaybe iman etmek demek dolayısıyla bir sonsuzluğa iman etmek demektir. Aklı mutlaklaştırmadan akla sıkı sıkıya sarılmaktır. Aksi takdirde ne saf (deneyimden yoksun, apriori) ne de pratik (deneyimsel veya aposteriori) aklın sınırlılıklarını görebilen eleştirel akla sahip olamayacaktık. Gaybe iman aynı zamanda bilgiye veya bilginin farklı yollarına akla, sezgiye, praxeolojiye ve dogmalardan ziyade doxaya (kanıya) göre eylemeyi makul gören bir çizgiye sokar insanı. Dogmatikler (her şeyi matematiksel olarak kesin görenler) bu manada özgürlükten ziyade her şeyi -aklı, hayatı, yaşamı, toplumu ve bireyi- bir nesne gibi katı, somut ve sınırları belli olarak görme eğilimindedir. Devrimcilikleri de buradan gelir. Her şey yıkılıp yeniden yepyenisi ve tamamen farklı bir şey yaratılabilir diye düşünürler. Bu dogmatizmden kurtulmak için bazıları (Hegel veya pek çokları gibi) tarihselliğe sığınırlar, tarihi insanın tek gerçeği olarak görürler. Çünkü onlara göre olan sadece olmuş ve yaşanmış olandır, salt gerçektir ve bu yüzden salt akıldır. Bu bakış açılarıyla sınırlı kalırsak örneğin soğuk suyla duş almanın fayda ve zararlarını sadece yaşadığımız ve tecrübe ettiğimiz şeylerden çıkarabilirdik oysa soğuk suyla duş almanın deneyimsel olmayan hatta bilemeyeceğimiz pek çok faydası (veya zararı) olabilir. İslam dininde Abdest almak veya Hıristiyanlıktaki Vaftiz sadece suyla yıkanmak-arınmak veya ıslanmak demek değildir örneğin.
Gaybe iman bir bilinemezliğe veya gizeme inanmak da değildir; karar vermenin, adanmanın, aramanın ve sormanın ilk adımıdır aynı zamanda. Bu nedenle namaz, zekât gibi vecibeleri önceler ve onları cebirsiz bir zaruriye haline getirir. Bir diğer deyişle gayb, bizim yaratılmış olmakla yüklendiğimiz vecibelerin tümüne işaret eder. Gaipten hareketle ve onu açmaya yönelen insanların yani iman edenlerin aksine mümin olmayanlar -yani bilinmeyene duydukları korkuyla gaibi reddeden insanlar- kesin yargılara varmak için her nevi sabiteler, belirginlikler, dogmalar, düşünmeyi perçinleyen ideolojiler ve bir ışık arayışına girebilirler ve girmektedirler. Oysa her tür mantıksal kesinlik bizi felsefenin dolambaçlı sokaklarına iter. Burada bir parantez açıp, muhtemelen Gazali felsefeyi ve metafiziği mahkûm etmekten çok bu eğilimi yani Aristocu düz mantığı (totolojiyi) mahkûm ederek, serbest düşünme olarak felsefeyi prangalarından kurtarmaya çalışmış olabilir.
“İkra” emriyle (ki okumak, düşünmek ve söylemek anlamında yani konuşan akıl manasında logos’un manasını da içermektedir) bağdaştırabileceğimiz vahiy-akıl ekseni, bilim, ilim, irfan, siyaset ve hikmet olarak felsefe ve bunların tümü olarak yaratıcı atılımların tümü gaybden duyduğumuz havf ve haşiye duygusu veya havf ve reca arasında olmalıktan neşet eder. Bu, yani havf (korku) ve reca (ümit) arasında olmak, muhteşem bir enerjiye yani tüm yaratıcılığımızı, özgürlüğümüzü, hareketimizi ve irademizi mümkün kılan kaygıya yol açar. Bu kaygı bilişlerimizi pençesine alan korku ve korkusuzluk, ümit ve ümitsizlik gibi uç noktalardan bizi kurtarır. Bu enerji (kaygı) hem özgürlüğü hem sorumluluğu barındırır. Oysa bilinmezlikten korkmaktan kaynaklanan inkâr veya onun karşıt kutbu tutuculuk ise; yani belirsizlik korkusu ve anlama/açımlama çekingenliği ve mevcudu koruma arzusu, insanları sahte tanrılar icat etmeye doğru ve çoğu zaman suçlayacakları bir düşman aramaya yönlendirir. Hakikaten çoğu insan başına gelenlerden dolayı suçlayacak birini aradığında tanrıya inanır ve onu anar (Anglofonların öfkelendiklerinde “Jesus Christ!” demesi veya Türkçe konuşanları “Allah kahretsin” demesi gibi). Böyle durumlarda Allah’ı anmak bir günahtır bazen çünkü O’nu bir hakaret aracı olarak kullanmaktayızdır. Bu hem Allah’a hem de sevgili kullarına saygısızlıktır.
Bazen bir gece kelebeğinin ışığın etrafında dönmesi veya ateşe sokulup yanması gibi insanlar da gerçeklik dedikleri şeye aldanır ve onda takılır kalırlar[2]. Hatta bazıları aydınlandıklarını sanırlar oysa sadece ışığı görürler veya kaybettiği anahtarı sokak lambasının altında arayan sarhoş misalini akla getirirler. Gaybe iman bizi işleten(!) lambalara, fenerlere veya havai fişeklere değil ama belki yıldızlara veya gökyüzüne bakmaya yani bir aralık ve açıklık bulmaya iter. Aydınlanmak kısacası bir aydınlanmış olmak değildir; kesinlikten uzak olan ve gaybe açılan “aralığı” görmektir. Hatta aralığın ve açıklığın kendisi olmaya çalışmaktır.
Bu hal, bir öğretmenlik, bir uzmanlık otoritesi olmaktan veya yasa ve sınır koymaktan öte sürekli bir karar vermeyi, öğrenmeyi ve hareketi mümkün kılar[3]. İnsanın kendini sürekli geliştirmeye, öğrenmeye ve arayışa iten işte bu kaygıdır. Kısaca; yaratıcı atılımlarda, tefekkürde ve risk almada bulunmak demektir. Gerçeklik işaretlerdir ve o işaretler bize gerçekte görünmeyen ve gizemli olana (gaybe) işaret eder. Her hangi bir nesnenin, kelimenin veya varlığın en önemli işlevi bir simge-gösterge olma işlevidir. Eğer devlet, yasa, gibi şeyler öncelikle bir simge (idea) olma işlevi görmezse kendi iddia ettiği işlevi de yerine getiremez.
Gayb mutlak bilinmezlik veya tam olarak apaçık bilmelik demek değildir. Sokrates’in “bilmediğini bilmek”ten kastettiği şey bu olabilir. Hiçbir şeyden tam olarak emin olamamaktan kaynaklanan hata yapma ve yanılma özgürlüğü, kul veya insan olmanın sonucunda bize bahşedilen en büyük haktır. İnsanların hata yapma ve yanılma hakkı vardır ve diğer tüm hakların dayandığı hak budur kanaatindeyim. Doğal haklar veya sözleşmeci hak teorilerinin bir kısmı da bu manada okunabilir. En temel hak, hata yapma ve yanılma hakkıdır. En temel ödev yanıldığını kabul etme ve hatadan dönme ödevidir. Diğer tüm haklar; özgür irade, yaşama, inanma ve mutluluk arayışı gayb içinde ve onunla birlikte yaşamak ve hata yapmak zorunda olduğumuz için vardır.
[1] Liberteryen ve muhafazakar düşüncede toplumsal ve siyasal yaşamdaki özgürlüğün dolayımsal olduğunu vurgulayan bir yazım Liberal Düşünce dergisinde yayınlanmıştı. Söz konusu metinde özgürlüğü sonsuzluktan alıp piyasa, otoritelerin çokluğu, gelenek vs gibi dolayımlardan geçerek bize toplumsal ve siyasal yaşamımıza aksetmesi ile burada söylediğim şeyler arasında temelde bir çelişki yoktur.
[2] Agamben, Açıklık adlı eserinde, sanırım zoon ve bios arasında bir ayrım yaparken veya insan ile hayvan arasında bir ayrım yaparken bu örneği hakikaten farklı ama çok daha hoş detaylandırır.
[3] Bir öğrencim bana üniversitede hiç bir şey öğrenmediğini ne öğrendiyse dershanelerden öğrendiğini söylemiş ve beni hiç anlamadığını belirterek eleştirmişti. Ben onun şahsında tüm öğrencilerime hayatımda yazdığım tek şiirle cevap veriyorum ve bu benim genellikle açılış dersim oluyor artık.
Ben ne bir öğretmenim ne de bir belletmen
Ben bir kapı aralığıyım, söylediklerimi açmama gerek yok,
Eğer bu okul sizin için bir hapishane ise,
Ben bu hapishanenin pastan çürümüş bir parmaklığıyım,
Eğer bu okul sizin için sadece sırça köşkten ibaretse,
Ben bu köşkün kırık bir penceresiyim.
Gelin, geçin, gidin içimden… uğurlar olsun!